Saturday, April 05, 2008

brugge brüksel lüksemburg


Amsterdam'da düzenlenen HR Directors Summit 2008 konferansına katılacağımı öğrendiğim zaman, yurtdışına ne zamandır çıkmadığımı ve üstelik Temmuz'daki 5 günlük Marmaris dışında çok uzun süredir tatil de yapmadığımı farkettim birden. Çalışırken aklıma getirmek istemiyorum, ama yolculuğu çok seviyorum. Üstelik ne demişler, "çalışmak yorar", değil mi?

Bu defa değişiklik yaptık; işle ilgili olmasına rağmen, yolculuğa eşimle çıkmaya karar verdik. Konferans 12-14 Mart'taydı. İzin de alıp kendimize 9 günlük bir nefeslenme arası yarattık:)

Sadece Amsterdam'da kalmayacaktık; gitmişken "benelux" ülkelerini de gezelim diye düşünmüştük. Ama nereye kaç günlüğüne gideceğimizi bilmediğimiz için kabaca bir internet araştırması yaptım; her şehirde bir kaç otel adresi buldum (yaşasın booking.com) ve gerisini yolculuk akışına bıraktım..

Yolculuğumuza erken başladık. Cumartesi sabahı 05.25 uçağıyla Amsterdam'a uçacaktık. Havaalanında ilk kez Maximum Lounge'ye gittim. Yurtdışı terminalinde üst katta tüm bankaların ve bu arada İş Bankası'nın "bekleme salonları" sizi bekliyormuş bilmiyordum.

Üç saatlik yolculuktan sonra, Amsterdam Schiphol'e indik. Schiphol gördüğüm en büyük hava alanlarından biri. Yolda giderken, çevreden duyduğumuz Brugge'ye öncelik vermeye karar vermiştik. Biz de Schiphol'deki istasyon'dan trene binip Brugge'ye yola çıktık.

Bilet aldığımız tren, Paris'e giden bir hızlı trendi. Biz Antwerp'te inip aktarma yaptık. İzleyen 9 günde de sık sık kullancağımız trenler, Avrupa'da ulaşımı ne kadar kolaylaştırıyor ve aslında eski kıta ne kadar küçük! Amsterdam'dan her yere 3-4 saatte ulaşabiliyorsunuz trenle. Ülke değiştirme, sınır kapısı, pasaport kontrolü gibi dertler olmadan nasıl da her yere gidebiliyorsunuz! Avea'nın "Hollanda'ya Hoşgeldiniz", "Belçika'ya Hoşgeldiniz" gibi mesajları olmasa, ülke değiştirdiğimizi anlayamayacaktım. Brugge Belçika'da gittiğimiz ilk şehir oldu.

Brugge

Brugge'ye Kuzey'in Venediği diyorlar. 11.yüzyıldan kalan şehir II.Dünya Savaşı'nda da hasar almamış ve ortaçağ havasını korumuş. Zamanında bir liman şehriymiş, şu anda deniz bağlantısı yok. Güney'in Venediğini görmedim ama orası gibi kanallarla süslü, tarihi binalarla dolu; turistlerin her yerde karşınıza çıktığı; dantelleri ve çikolataları ile meşhur, rüya şehri gibi romantik bir yer. O kadar eski o kadar eski ki, nasıl korunduğunu günlük hayata nasıl uyum sağlandığını anlayamadım bir türlü.
Kaldığımız otel de kanal kıyısında eski bir evdi. Çok uykusuz olmamıza rağmen, Brugge'de geç saatlere kadar sokaklarda yürüdük, kanal turu yaptık, gezdik. Brugge'ye iki gün ayrılabilir gezilerde. Gerçekten pek güzel bir masal şehri.
Gece dolaşırken, çok içtikleri her hallerinden belli iki İngiliz çiftle karşılaştık. Epeyce yaşlı çiftler arabalarını parkettikleri yeri kaybetmişlerdi. Ama bizim konuştuğumuz erkekler de arkalarından yetişmeye çabalayan teyzeler de o kadar eğleniyorlardı ki :) Haritadan hep birlikte yol bulmaya çalıştık, bulamadık. Ayrıldık. Gece boyunca sokaklarda karşılaştık durduk sonra.. Her defasında selamlaşıp haritaya bir daha bakıp farklı farklı yönlere dağıldık. Dilerim arabalarını bulabilmişlerdir.

Sonraki bütün uğraklarımızda da bolca çikolata yememize rağmen, Brugge'deki el yapımı çikolataları unutamadık.. Çooook güzellerdi..

Brüksel

Ertesi sabah kalkıp Brüksel'e geçtik. Brüksel Belçika'nın başkenti. Brüksel deyince, aklımda hep Avrupa Parlamentosu, Af Örgütü, İnsan Hakları Mahkemesi gibi uluslararası şeyler canlanıyordu. Resmi yüzü olmasına rağmen, Brüksel aynı zamanda tarihi dokusu ile de gidilip görülmesi gereken, çok şeyler vaadeden bir şehir.

Trenden inince, yine internetten bulduğum otellerden biri olan Hotel Metropole'ye gittik. Turistlerin mutlaka gitmesi gereken yer olan Grand Place'ye ve Merkez İstasyon'a yürüme mesafesinde olan otel çok güzeldi. Şaşırtıcı olan, fiyatı oldu. İnternet fiyatının bir buçuk katına yakın bir fiyat istediler. Meğerse, internette oteller çok daha ucuz oluyormuş. Yağmur yağmaya başlamıştı, çevrede bütün iş yerleri ve bu arada internet cafeler günlerden pazar olduğu için kapalıydı! Avrupa'nın bu pazar günü sadece restoranları açma huyları hasta edici! Bir kaç otele daha baktıktan sonra, kuzu kuzu Metropol Otele dönüp (çok güzeldi çünkü) giriş yaptık ve dolaşmaya çıktık Brüksel'i.
Yağmur iyice artmıştı, o yüzden Brüksel fotoğraflarımın çoğu tur otobüsünden ve ıslak! Brüksel'de de bolca dantel ve çikolata görüyorsunuz. Yemek açısından her türlü mutfak bulabilirsiniz. Restoranlar çok şık ve yemekler mükemmel. Bir de caddeler boyunca sokak kafeleri. Pahalı bir şehir. Bizim Nevizade'ye benzeyen bir sokakları var. Deniz ürünlerini kapılarının önünde sergileyen onlarca restoran. Dışarıda (sokağın üstünü brandalarla kapatıp sokak sobaları koymuşlar) ya da içeride oturabilirsiniz. Belçika'nın bir özelliği de hemen her yerde son derece rahat sigara içilebilmesi.. Pek sevdim bunu:)

Brüksel'de makinemin hafıza kartı bozuldu ve pek çok fotoğrafım da silindi. O yüzden, örneğin 1950'lerde Atom'dan etkilenerek inşa edilen, içine girip gezebildiğiniz Atomium adlı acayip büyük atom modelinin ya da Avrupa'nın harikalarının minyatürlerinin yer aldığı parkın "ıslak" fotoğraflarını ekleyemiyorum.
Islanmaktan yorulmuştuk. O yüzden akşamımızı, sinemaya giderek ve ingilizce tek film olduğu için seçtiğimiz P2 adlı -korkunç- filmi seyrederek geçirdik. Sinemadan önce de otelin önündeki sokak kafesinde tepemizde yanan sobaların nasıl da ısıttığına şaşırarak oturduk ve gelen geçeni seyrettik.

Brüksel'de yapılacak çok şey olabilir belki, bizim Brüksel'imiz biraz da hazırlıksızlığımızın kurbanı oldu.

Lüksemburg
Ertesi sabah trenle Lüksemburg'a geçtik. İstasyonun önünde sigara içerken çok genç bir çocuk yanıma gelip sigara istedi. Ben de iki tane vererek onu şaşırttım. Türkiye'nin Afrika'da olduğunu sanıyormuş:) Çocuğun cahilliğine ve gençliğine vermiştim, ama sonra konferans sırasında bir başka Fransız İK yöneticisi de "Morocco'ya gitmiştim ama Türkiye'ye gitmedim hiç; şimdi sizin orada yaz, değil mi?" diye sorunca iyice şaşırdım!!
Efendim, Lüksemburg mutlaka gidilmesi, görülmesi gereken yerlerden biri. Öyle uzun bir süreye de gerek yok. İki günlük haftasonu tatili bile ayrılabilir. Önce trajik başlayıp mutlu biten otel maceramızı anlatmalıyım ama..

Lüksemburg’da ilk booking.com tercihim Carlton oteliydi, ikincisi ise Hotel de la bişey bişey. Merkez İstasyondan kısa bir yürüyüşle CH’in sokağına gittik, otele uzaktan bir baktık biraz köhne geldi; ikinci sıradakine gidelim dedik. O da haritaya göre 4-5 paralel cadde sonraydı; 2 numara. Ama caddenin hangi başından numaraların başlayacağını bilmiyorduk; gezimizin her gününde mutat olduğu şekilde yağmur yağıyordu; yürümeye başladık. Gideceğimiz caddeye gidince ne görsek, ilk numara “148”, neyse yürürüz dedik; yürümeye devam ettik. Acayip güzel, bütün sarayların, devlet binalarının, elçiliklerin olduğu bir bulvarda, yağmur altında, tıngır mıngır yürüdük.. Saraylardan biri örneğin 140 numara, 138’e kadar 50 metre sarayın bahçesi boyunca yürümek gerekiyor! Nasıl ıslandık, nasıl yorulduk.. Ufak çaplı bir Lüksemburg turundan sonra H. de La bişey bişey oteline gittik ki yer yok!! Üstelik de, o caddenin 2 numarası bizim Carlton’un bulunduğu sokağın öbür ucu değil miymiş?
Hotel Carlton’a öyle desperate bir girişimiz vardı ki.. Yaşlıca bir adam bizi son derece güler yüzlü karşıladı, bir gözden kayboldu “odamız var elbette” dedikten sonra ve elinde 2 bardak portakal suyu ve peçetelerle döndü.. Sonra pasaportlarımızı verince, duvarındaki kocaman Kapadokya fotoğraflarını gösterip Türkiye’yi ne kadar sevdiğini anlatarak bizi daha da şaşırttı. Meğerse otel komple yenilenmiş, oda, eşyalar, her şey pırıl pırıldı! Fiyatı gayet uygun, kahvaltısı acayip güzeldi.. Sabah kahvaltıya indiğimizde bizi oturttuğu masada bir Hürriyet gazetesi bizi bekliyordu!!! Otelin her müşterisine aynı davranılıyordu ama, İspanyollara İspanyol gazetesi, İngilizlere The Guardian veriliyordu örneğin.. Yolu düşenlere hararetle tavsiye edeceğimiz bir otel.. Lüksemburg bir vadide kurulmuş. Vadinin içinde yürüme yolları, parklar, tarihi evler ve bir nehir var. Vadiye iniş çıkış için belli noktalardaki asansörler de kullanılabilir. Şehir meydanı yakınında "dünyanın en güzel seyir terası" dedikleri bir terastan da vadiyi ve tüm kenti izleyebilirsiniz. Bütün gezilecek yerler yürüme mesafesinde.Lüksemburg'un diğer önemi elbette finans merkezi olması. Ama sokaklarda birden karşınıza çıkan dünaynın her atarfından banka ve şirketlerin binalarını görme dışında, binlerce insanın gündüzleri gelip çalışıp sonra çevre şehirlerdeki (ülkelerdeki) evlerine döndükleri modern Lüksemburg tarafına gitmedik biz.

Ah, Lüksemburg da çok soğuk ve yağmurluydu. Bu mevsimde oralara gitmeyiniz, gezmeyiniz..

** Lüksemburg'dan yola çıkıp Brüksel üzerinden Amsterdam'a döndük trenle.. Uzun yol boyunca, düzenli köyler ve kasabalardan, şehirlerden geçerken; hayatın nasıl kolay yürdüğünü ve nasıl düzenli yaşadıklarını görüp şaşırdım hep. Bütün evler son derece şık ve birbirine benziyor. Kırık dökük herhangi bir şey görmüyorsunuz kilometreler boyunca. Ormanların içinden de geçtik bolca. Yine filmlerin ve okumaların etkisiyle, ormanlar bana hep birinci ve ikinci dünya savaşını hatırlattı. Bütün kıtanın öylesine bir vahşetten sonra yeniden ayağa kalkmış olması gerçekten etkileyici.

** Televizyon kanallarında yeme içme ve turizm programları dolu. Hayattan zevk alma işini önemsiyorlar. Bu arada, bizde de pek moda olan Var mısın Yok musun yarışmasına da denk geldik. Bizim versiyona göre öyle hızlı ilerliyor ki.. Ağlamaklılık ya da acıma ya da dünya yıkılması gibi şeyler hiç olmadan eğlene eğlene kutuları açıyorlar.. Bir de dillerini anlasaydık.

** Belçika çift dilli bir ülke olduğu için bütün menüler çift dilliydi; belki o yüzden İngilizceyi menülere eklememişlerdi. Ama hem Belçika'da hem de Lüksemburg'da herkes İngilizce konuşuyordu ve hiç problem yaşamadık.

** Belçikalılara, onlar da kendi içlerindeki Flamanlara, Avrupa'nın Laz'ları muamelesi yapılıyor. Haklarında bir sürü fıkra var. Çok fıkralık bir duruma tanık olmadık ama.

** Bolca Türk de vardı; bir de Türklere çok benzeyen ama Türkçe konuşmayan gençler vardı. İkinci üçüncü kuşaklar olmalı..

Amsterdam'da başlayan Hollanda gezimizi başka bir yazıda anlatayım. Sanırım şimdilik bu kadar yeter..

2 comments:

Anonymous said...

Haftaya buyük ihtimal o taraflara gitmeyi planlıyorum o yuzden gitmeden ön araştırma yaparken Luxemburg hakkında bilgi ararken sizin blogunuza rasladım. Çok güzel ve sürükleyici yazınız, çok beğendim. Tşkler bilgileri paylaştığınız için.

Anonymous said...

tipik... acemi...hayran..ve de ayran gonullu..ama herseye ragmen kendince oldugu icin saygi duyulacak cinsten...rehbersiz gezmek ..ve de ne gezdigini el yordamiyla cozerek gezmek...iki kat zorlugu goze almak demek..ve cogunlukla kulaktan dolma bilgilerle gecistirilen programlar ortaya cikiyor...hakikatin cift yuzunden sadece birine sahitlik ediyorsunuz ..ya eksik kalan taraf hakkinda soylenecek sozler..yazilacaka yazilar....