Saturday, October 20, 2007

ICH BIN BERLINER / ICH BIN EIN BERLINER



Şehir efsanesi olduğu söyleniyor, bazıları da doğru olduğunu iddia ediyorlarmış. Başkan Kennedy Berlin seyahatinde “Ben Berlinliyim” (Ich bin Berliner) demeye çalışırken “Ben bir çöreğim” (Ich bin ein Berliner) demiş yanlışlıkla. O sıralar herkes Berlin sevgisini göstermek için yarışırmış.

11 – 16 Eylül 2006 tarihleri arasında Berlin’deydim. Kendimi Berlinli gibi hissetmedim, dolayısıyla Kennedy ya da pek çok başkaları gibi hamasi sözler edecek değilim. Ama Berlin’i değişik buldum, sevdim hatta. Bu yazı onun hikâyesi olacak.

AN ISLAND IN THE RED SEA

İşte Berlin için bir başka tanımlama; II. Dünya Savaşı sonrasında iki büyük kuvvetin elinde bölünen, yetmeyip ortasından bir de duvar geçirilen, aynı coğrafyada bir kısmında doğu bir kısmında ise batı bloğunun ayrı ayrı güç gösterisi yaptığı bir şehir. Şehrin tarihinde bölünmüşlükten ileri gelen acıklı hikâyeler çok; bunları şehri gezerken hissediyor ve görüyorsunuz.

Berlin’e gitme nedenim, esmt’de katılacağım Mobilizing People and Teams eğitimiydi. esmt, Almanya’nın en büyük sanayi ve finans kuruluşlarının bir araya gelerek kurdukları bir business school. Kurucuları arasında, Deutsche Bank, Dresdner Bank, Daimler Chrysler, Bosch, Mercedes Benz, Volkswagen gibi devler var. Uluslararası olma iddiasındaki okulda tüm dersler İngilizce yürütülüyor. Sadece Alman Hükümeti için açtıkları Governance okulunda Almanca ders veriyorlarmış.

Berlin’e gitmeden önce, şehir hakkında biraz araştırma yaptım, internette gezdim, bir rehber edindim, eğitim amaçlı gitmekle birlikte iyi bir turist olabilmek için çaba gösterdim kısacası. esmt’den gelen ders programında, derslerin 8.30 – 18.00 arasında yapılacağı, akşamları ödev yapmak gerekebileceği ve bu nedenle akşamlar için program yapılmaması gerektiği özenle belirtilmişti. Dolayısıyla şehri biraz olsun görebilmek için sadece fazladan kalacağım cumartesi ve yarım gün pazarım vardı. Berlin kent sayfasında, iki saatte Berlin, bir günde Berlin, iki günde Berlin gibi gezi önerileri oluşturulmuş. Ben de bir gün / iki gün karması yapacaktım; işte olanlar:

Pazartesi
Uçağım oranın saatiyle 16.00 civarında uluslararası Tegel Havaalanına indi. Berlin gibi bir şehir için oldukça küçük ve nasıl demeli “konfor/cazibe”den uzak bir havalimanı olan Tegel’de, körükten pasaport kontrolüne geçiyorsunuz; her uçak için iki bankoluk mini salonlar yapmışlar. Diğer havaalanlarına göre çok değişik. Pasaport kontrolünden çıkınca da havaalanının dışındasınız.

Taksiyle şehir merkezi (zaten havaalanının şehrin neredeyse içinde olduğu söylenebilir)20 dakika kadar sürüyor; trafik diğer günlerde de gözleyeceğim üzere yok gibi; otele kadar 20 Euro tuttu. Dankeschön(böyle mi yazılır bilmiyorum), bitte, achtung ve Heil Hitler dışında Almanca hiçbir şey bilmediğim için biraz tedirgindim ama taksi şoförü ve aslında şehirdeki hemen herkes İngilizce biliyor, o yüzden sıkıntı çekmedim. Otel eğitim merkezine yürüme mesafesindeydi. Her ikisi birlikte, şehrin eski Doğu bölümünde, en turistik kısımlardan birinde yer alıyorlardı. Bizim Sultanahmet’e benzer şekilde tüm müzelerin ve tarihi yerlerin yer aldığı MuseumInsel(müze adası demekmiş), az ötesinde kentin alâmetifarikalarından Televizyon Kulesi, en parlak caddelerden biri olan Unter Den Linden’in başlangıcı, kentin içinden geçen Spree Nehri ve Spree Kanalı hepsi el altındaydı.

esmt binasından başlayayım. esmt binası eski Doğu Alman Hükümetinin binasıymış. Kurucu firmalar sonradan binayı edinip çok çok az tadilatla kampus haline getirmişler. Örneğin başkan Honecker’in odası dinlenme salonu olmuş, ama perdeler, avizeler, halıların büyük kısmı duruyor. Binanın bir kısmı ziyaretçilere de açık. Bize de zaten ilk gün bir bina turu yaptırdılar.

Yanda dinlenme salonunu görebilirsiniz. Avizelere dikkat. Arkada hissedebileceğiniz koridorda sınıflar ve çalışma odaları var. Okul MBA programında da iddialıymış, bir Türk öğrencisi de vardı; tanıştık.

İlk güne dönersek, okulun yerini bulduktan ve ne kadar merkezi olduğuna (haritadan anlamamıştım) şaşırdıktan sonra, genel bir gezi olsun diye, Berlinle ilgili tüm kaynaklarda sözü geçen 100 ve 200 numaralı otobüslerden birine binmeye karar verdim. MuseumInsel’in önünden de geçen bu otobüsler eski doğunun merkezi AlxanderPlatz’dan kalkıp Unter Den Linden boyunca güzel parklar, şık mağazalar, müzeler, bulvar kafeleri önünden geçiyor; inmek isterseniz inebileceğiniz diğer büyük cadde Friedrich Strasse’yi kesiyor; sonra 100 numara Brandenburg Kapısı, Reichstag(eski parlamento), Bundestag (yeni parlamento), Zafer Anıtı gibi tüm tarihi merkezlerden; 200 numara ise Brandenburg Kapısından sonra Postdamer Platz (Batının yeni merkezi), Berlin Filarmoni, elçilikler gibi daha modern ve şık merkezlerden geçerek ZooGarten durağında yolculuklarını bitiriyorlar. Zaten şehirde binebileceğiniz Sightseeing otobüsleri de aynı güzergâhı izliyor, dolayısıyla 2 Euro civarında bir parayla ufak bir şehir turu yapabiliyorsunuz. Ben önüme ilk gelen otobüs 100 numara olduğu için kenti eski yüzüyle gördüm ilk kez ve cumartesi Potsdamer Platz’a gidinceye kadar şehrin kalabalığı nerede diye düşündüm durdum.

Gerçekten de Berlin bulunduğum tarafı itibariyle diğer gördüğüm büyük şehirlere ve özellikle İstanbul’a göre son derece sakin, düzenli, temiz; itiraf edeyim hatta biraz kalsanız sıkılacağınız kadar sakin bir şehir.

MuseumInsel’de karşınızda ilk göreceğiniz müze Eski Müze, içinde Mısır ve eski uygarlıklara ilişkin eserler sergileniyor. Bu adada aslında 6 müze varmış; ama Yeni Müze ve Bode Müzesi tadilatta oldukları için kapalı, o yüzden de gezmek için ayrı zaman ayırmam gerekmedi.

Çarşamba
İkinci gün nerede diyecekler için, o gün tamamen eğitimde geçti. Akşam da yemek yiyip vakaları çalışmak üzere otele döndüm. Üçüncü gündüz de eğitime geçti elbette, akşam ders çalışacak bir şey olmadığını fark edince, bir koşu Staatsoper’e (Şehir Operası) gittim.

Berlin’de 2 opera varmış. Staatsoper ve Komische Oper (Komik Opera) Söylediklerine göre ikisi de yoğun bir rekabet içindeymiş ve sürekli yeni, farklı, yeniden yorumlanmış eserler sergiliyorlarmış. Benim Komik Opera’yı sadece dışarıdan görme fırsatım oldu. Gittiğim Şehir Operası, Unter Den Linden üzerinde, otele ve okula yürüme mesafesinde, kentin en güzel meydanlarından biri olan Fredericanum Forum’da yer alan, muhteşem bir bina. Daha gitmeden önce internette bakmıştım, o akşam Cosi Fan Tutte oynuyordu, acelem de ondandı. Bilet buldum, şansıma yerim de fena değildi hani. İyi ki gitmişim. İstanbul’da operaya bir kez gitmiştim. Epeyce toplu bir Madam Butterfly dekorlara çarpa çarpa aryasını söylerken sahneye bir de kedi çıkmış ve bizi oyunu seyretmekten alıkoymuştu. Berlin’deki opera deneyiminden sonra, operanın hala gidilmesi gereken bir yer olduğunu anladım.


Kentte sıkça rastladığınız Japon turistler ve bir kaç da benim gibi iş giysili (eğitimde iş giysileri giyiliyordu) insan dışında, herkes çok şık gece giysileri ile gelmişti; gençler dahil. Oyun başlamadan önce ve arada, binanın önündeki kaldırımda herkes elinde şarap kadehleri ile salınıyordu ki hoş bir manzaraydı gerçekten. Cosi Fan Tutte’yi de günümüzde geçer halde yorumlamışlar; yani uçak, hostesler, telefon, modern bir ev, modern giysiler, hippiler, Hint motifleri vb vb tam bir seyirlikti. Komik olan, gitmeden önce hiç aklıma gelmemişti, opera İtalyanca oynadı ve üst yazılar da Almancaydı. Liebe, du, sie, gut gibi birkaç Almanca kelime daha bildiğimi fark ettiysem de oyun boyunca sadece müziğin, görüntülerin ve mekânın güzelliğine bıraktım kendimi. Akşam otele dönerken, saat 22.30 falandı, ortalık o kadar sakindi ki korktum biraz. Şehrin erkenden ıssızlaşması gerçekten çok ilginç.

Cuma
Eğitim saat 5’te bitti. Herkesle vedalaştıktan sonra, eğitimde tanıştığımız Garanti Bankalı arkadaşım, eşi ve nehir kenarında uçak saatine kadar oyalanmaya çalışırken tekrar karşılaştığımız bir Deutsche Bank’lıyla nehir turuna çıktık.

İçinden nehir geçen bütün şehirlerde sanırım öyledir, Berlin’de de en güzel binaları, parkları suyun kenarına yapmışlar neredeyse. Güzel bir geziydi.

Nehrin kenarında bir bölgeyi Beach Club olarak düzenlemişlerdi. Nehirde yüzülmüyor elbette ama herkes mayoları, plaj şortları içinde, güneş şemsiyeleri ve şezlongları ile tam bir plaj havasındaydı. Teknedekiler bolca fotoğraf çektiler. Yukarıdaki fotoğraf da tekne gezisinden. St.Nikolai Kilisesi, arka planda da ünlü TV kulesi.

Cumartesi
Perşembe Cuma eğitimde geçti yine. Cuma akşamı rehberden gezeceğim yerlerin listesini hazırladım. Sabah erkenden de otelden çıktım.

Reichstag (eski Parlamento) önünde sürekli kuyrukların olduğu bir yer. O yüzden önce oradan başladım. Sabah 8’de önündeydim, yine kuyruk vardı; ama yaklaşık yarım saatte içeri girebildim.

Belki de önce şunu söylemek lazım, kentteki en büyük turist grubu geneli çok yaşlı olan Almanlar. Ellerinde haritalarla, rehberler eşliğinde heyecanla kentlerini geziyorlar. Alman kalabalığı her yerde: Müzelerde, tekne turunda, konserde, operada, restoranlarda. Diğer turistler neredeyse ortada yoklar; en yakın karşılaştırma yapabileceğim İngiltere gezimizde herhangi bir anda ellerinde 5–6 farklı dilde Londra DK (London, Londres, Londra) rehberiyle bin türlü milletten insan görebiliyorduk, Berlin öyle değildi.

İşte bu yüzden, Reichstag’ta da yaşlı Almanlarla sıramı bekledim, en sonunda içeri girebildim. R. en eski parlamento binalarından biri, en çok 1933 yılında şaibeli bir yangınla enkaza döndükten sonra Hitler tarafından kapatılması, savaştan sonra açılamaması ve yıllar sonra, iki ülke birleşince tekrar hayata dönmesi etkiledi beni. Bundestag yapılmış ve parlamento işlevini üstlenmiş elbette; Reichstag’ta da ara sıra özel konulu oturumlar düzenleniyormuş. Binanın en üst katına cam ve çelikten oluşan kocaman bir kubbe oturtmuşlar; kubbeden çok güzel bir Berlin manzarası sizi bekliyor. Bolca fotoğraf çekebilir, fotoğraflarla Berlin’in ve Reichstag’ın hikâyesini izleyebilir, düşüncelere dalabilirsiniz. Bu arada, Hitler 1933’te seçilmiş olmakla birlikte Reichstag’a hiç ayak basmamış.

Bergama Müzesi, ikinci durağımdı. Bergama’dan götürülen görkemli tapınak ve eserler dışında, müzede Alman kapitalizminin o yıllarda Asur ve Hitit kalıntılarını, Suriye’den Babil ve İştar eserlerini nasıl taşımış olduklarını izlemek hem üzücü hem de düşündürücüydü. Demiryollarımızı inşa ederlerken buldukları tüm eserleri dönemin padişahları “ne işimize yarayacak” diyerek hediye etmişler.

Müze Adasındaki Eski Müzeye (Mısır uygarlığı ve diğer antik eserler) ve Eski Ulusal Galeriye (ağırlıklı olarak 19. yy sanatı) de epeyce hızlıca bir bakış attıktan sonra, şehrin biraz da modern kısımlarını göreyim düşüncesiyle otobüse binip Friedrich Strasse’ye gittim. Aslında yürünebilecek bir mesafeydi ama yorulmaya başlamıştım. F.S. şehrin en eski alışveriş caddelerinden biri. Upuzun, hemen hemen ortasından Unter Den Linden kesiyor. Caddenin üst kısmında genellikle fabrika ve iş yerleri var. Ayrıca, şehir ikiye bölünmüşken demiryollarının birleşme noktası olan F.S. Bahnhof (İstasyon) da caddenin üzerinde. İki şehrin birleştiği ender noktalardan biriymiş bu istasyon. (Bu Bahnhof sözcüğü, Türk işçileri hatırlatıyor hep bana, uzun tren yolculuklarını, kalabalık bahnhof’larda şaşkın şaşkın trenden inişlerini, garipliklerini.. Çok film seyredip kitap okumuşum gurbetçilerle ilgili herhalde.) Caddenin alt kısmı ise şık dükkânlar, bankalar, kafelerle dolu. Aşağıya doğru yürürken bir yerde Check Point Charlie karşınıza çıkıyor. Şehrin bölünmüş döneminde Amerikan kontrol noktalarından biriymiş. Aynen de korumuşlar. Çevresindeki duvarlarda kaçış hikâyeleri, doğudan Batıya kaçarken hayatını kaybedenlerin fotoğrafları, yapılan gösteriler, duvarın yapılış hikayesi izlenebiliyor. Kentin her yerinde hem bölünme döneminin izlerini silmeye hem de acı hikâyeleri unutturmamaya çaba gösteriyorlar. Tam anlatamadım galiba ama bir zamanlar kentin böyle yaşamadığını her adımınızda hissediyorsunuz, ama bir yandan da doğrudan bir şey göremiyorsunuz. Ayrıca Duvar Müzesi de yakındaki bir binada (içini gezemedim) yer alıyor. Kontrol noktasının önünde Amerikan askeri kılığına girmiş iki turistik tiple fotoğraf çektirebilirsiniz.

Potsdamer Platz, eski Berlin’in de en hareketli merkezlerinden biriymiş, hatta şehrin ilk trafik lambaları 20.yy başlarında bu meydana konulmuş, Amerika’dan getirmişler. Savaştan sonra Batı Berlin’in yeni cazibe merkezi, biraz da bu nedenle, Batının güç gösterisi yapıp caka sattığı bir kale olmuş. Kocaman bir adayı kaplayan Daimler Chrysler merkezi, hemen karşısında Sony Center, gökdelen tarzı yapılar, modern heykeller, büyük banka binaları ile gerçekten göz alıcı bir yer. Meğerse Doğu tarafında görülemeyen bütün insanlar oradaymış.


Yeni Ulusal Galeri, Potsdamer Platz’dan biraz aşağıda Gemalde Galeri (adını tam yazamamış olabilirim) isimli bütün Alman resim/heykel sanat eserlerinin toplandığı müzenin hemen yanında yer alan bir modern sanat müzesi. Zamanım az kalmıştı, bu nedenle Tokyo-Berlin / Berlin-Tokyo sergisinin yer aldığı ulusal galeriyi Gemalde’ye tercih etmek zorunda kaldım. Yoksa bütün rehberlerde Gemalde Galeri de mutlaka görülmesi gerekenler arasında sayılıyor. Tokyo-Berlin sergisi çok ilginçti. 20.yy başlarından itibaren Almanlar Japonya’ya büyük ilgi gösterip onların mimarisini, sanatını etkiler ve orada büyük eserler verirken; Japon sanatçılar da Berlin’e gelip Dadacılar gibi yeni akımlardan etkilenmişler. 20.yy başından itibaren tüm etkileşimleri göstermeye çalışan sergide, en çok etkilendiğim kısım savaş sonrasının iki yenik ülkesinde sanatçıların içine düştüğü karamsarlık, kargaşa, acı oldu. Tamamen eserlerine yansımış bu hava ve kanlı, kara, ürkütücü, karmaşık resim ve heykeller ortaya çıkmış. Bazıları da asıllarına dönüp minimalist, geleneksel ürünler vermişler.

Filarmoni’ye bilet almıştım gitmeden önce. Berlin’e gidip de Karajan’ın Filarmonisini dinlemeden ve hep televizyonlarda izlediğimiz Berlin Filarmoni Binasını görmeden olmayacak diye düşünmüştüm. Berlin Filarmoni, Gemalde ve Yeni Ulusal Galeri ile birlikte, gidemediğim ve aklımın kaldığı gördüğüm en büyük kütüphanelerden biri olan StaatsBibliyotek’le aynı adada yer alıyor. Mimarisi çok etkileyici, içi de büyüklüğüyle beni şaşırttı. Bütün büyüklüğüne karşın sıraların tamamen dolması ve ayakta çok sayıda izleyicinin olması da etkileyiciydi. Programa bakmadan bilet almıştım. Konserin ilk yarısında György Kurtag isimli, söylendiğine göre Macaristan’ın en büyük bestecilerinden biri olan bir kişinin Steele (ya da öyle bir şey) parçası vardı. Modern bir parçaydı, o kadar melodiden uzak ve “kakafoni”ye yakın bir eserdi ki dinlemeye çalışırken aklıma hep dinledikleri ilk klasik müzik konserinden sonra “Urfa Urfa olalı böyle zulüm görmedi” diyen Urfalılar geldi. Yerim sıra başında olsaydı kaçacaktım aslında. Bütün seyirciler ayakta alkışladılar, bense kımıldayamadım bile. Neyse ki ikinci yarıda Mahler’in bir senfonisiyle ortalık güzelleşti, ben de huzur içinde ve yorgun otele dönebildim.


Pazar

Sabah erkenden kalkıp önce Wilhelm Kilisesini gezmeye gittim. Kilisede II. Dünya Savaşında bir ayin düzenlenmiş, “her şey geçer, güzel günler gelecek” diye dua etmişler, bir iki saat sonra bir hava saldırısında katedralin büyük kısmı yerle bir olmuş. Sadece bir kulesinin bir parçası kalmış. Savaş sonrasında kilisenin yıkılıp yeniden yapılması gündeme geldiğinde Berlinliler ayaklanmışlar, kalıntıların bir barış anıtı olarak korunmasını talep etmişler. Sonuçta, yıkık kule korunmuş, cam tuğlalardan yeni bir çan kulesi ve kilise inşa edilmiş. Son derece hüzünlü bir eser çıkmış ortaya. Savaşı unutturmayan yıkık bir anıt. Kilisenin içine giremedim, Pazar ayini nedeniyle saat 4’e kadar kapalı olacakmış.

Pazar gününü alışverişe ayırmıştım. Büyük hataymış! Neden derseniz, Pazar günleri bütün dükkânlar kapalı oluyormuş. Hafta içi zaten bütün alışveriş yerleri 6 civarında kapanıyordu. Cumartesi günleri de öğlen kapanıyorlarmış, gezerken fark etmemişim. Böylece, sabah 9.30 civarında kendimi alışverişe adamış bir ruh halindeyken birden açıkta kaldım. Oysa gezi planımda Kurfürstendamm Caddesi ve az aşağısındaki KaDeWe vardı.

Kurfüstendamm Caddesi, İstanbul’un Bağdat Caddesi gibi upuzun bir alışveriş caddesi. Tüm dükkanlar kapalı olmasına rağmen epey bir gezdim, vitrinlere baktım. Hemen tüm lüks markalar, bulvar kahveleri ve sinemalarla bezenmiş bir caddeydi. Muhtemelen açık olsalardı da pek bir şey alamayacaktım, çünkü vitrinden göründüğü kadarıyla fiyatlar çok yüksekti. Ama gerçekten hoş bir caddeydi, bir kahvede oturup gelip geçenleri seyrettim bir süre. Sonra dönüşte tesadüfen The Story of Berlin Müzesini gördüm. Elimdeki rehberlerde ya da internette rastlamadığım müzeye cadde üzerindeki bir pasajın içinden ulaşılıyor. Müzede Berlin’in bir şehir olarak tarihi aktarılmaya çalışılmış. 19.yy, 20.yy, Doğu Berlin - Batı Berlin, asker giysileri, savaş dönemi vb canlandırılmış. En alt katta da gerçek bir nükleer sığınak var. 3.000 kişinin üzerinde kapasiteye sahip sığınak, soğuk savaş döneminin paranoyasını anlamak açısından çok etkileyici. Klostrofobik bir mekân ayrıca da, iç daraltıyor.

KaDeWe, Avrupa’nın en büyük mağazasıymış. İçini gezemedim elbette, rehberden edindiğim bilgilere göre binlerce çeşit şarap, peynir (asıl ilgi alanlarım bunlardı), giyim, kozmetik vb her türlü şey varmış içinde.

Alışveriş mekânları bitip hala da zamanım olduğunu görünce, rotamı Reichstag’ın tepesinden gördüğüm için gitmesem de olur diye düşündüğüm Brandenburg Kapısı’na çevirdim. Kapı zamanında zafer anıtı olarak yapılmış, aslında en çok turist çeken mekânlardan biri. Hem Potsdamer Platz hem de Reichstag binasına yürüme mesafesinde. Potsdamer’den Kapıya yürürken, savaşta hayatını kaybeden Yahudiler için hazırlanmış bir “anıt alan”dan geçiyorsunuz, alanın hiçbir yerinde ne için yapıldığına ilişkin bir yazı yok. Engebeli bir arazide çeşitli boylarda ve sıra sıra dizilmiş granit blokların arasında yürürken öyle bir sıkışmışlık hissine kapılıyorsunuz ki anlatamam. Herhalde hedefledikleri de buydu.

Saat ikiye geliyordu, Brandenburg Kapısında son fotoğraflarımı çekip otele döndüm, oradan da Tegel’e yola çıktım.

Tegel’de beni şaşırtan son şey Duty Free mağazalarının olmaması oldu. Check-in yaptırdığınız bankodan doğruca bekleme salonuna geçiyorsunuz. Körüğün ağzına yani, isterseniz dışarıda yemek yerleri var, bir iki dükkân da var; ama duty free değiller. Körüğün yanında gazete mobosu kadar bir dükkân kalkıştan yarım saat kadar önce açılıyor. İçinde üç beş parfüm, sigara ve çikolata var; çok hevesliyseniz alabilirsiniz.

Son Söz
Almanlar çok bira içiyorlar evet, gitmeden de biliyordum zaten; yalnız, Berlin’de İngilizlerin publarda bira içerken sergilediği neşeyi, eğlenceyi ve kırmızı suratları göremedim. Gayet ciddi ve disiplinli geldiler bu açıdan.
Yine İngiltere ile karşılaştırma yaparsak; metro, otobüs vs kullanırken biletinizi herhangi bir yere onaylatmanız gerekmiyor. Kimse biletinize bakmıyor. Yani yakalanmadığınız sürece biletsiz bile seyahat edebilirsiniz. Yakalanırsanız cezası 60 Euro’ymuş. Oysa İngiltere’de binerken makineye okuttuğunuz bileti (trenlerde üstüne biletçiler bir daha kontrol ediyor) çıkarken tekrar okutuyorsunuz ve her adımınız da videoya kaydediliyor üstelik.
Deneyebildiğim Alman yemeklerini çok sevmedim: Patates, lahana, bolca domuz eti falan filan. (Neyse ki Operanın yakınında keşfettiğimiz OpernPalace adlı bir cafe-restoranda güzel makarnalar yiyebildik.) Yalnız Currywurst dedikleri körili/kimyonlu sosisin lokantalarda değil de sokak büfelerinde satılan versiyonu çok lezzetli, lokantalarda şık olsun diye orijinal tadını bozuyorlar.
Altı gün boyunca hiç Türk görmedim. Ya çok iyi uyum sağlamışlar ya da havaalanına dönerken taksi şoförünün dediği gibi kendi mahallelerinden çıkmıyorlar. Londra’da her restoranda bir Türk garsona rastlayabiliyordunuz, Berlin’de dediğim gibi hiç karşılaşmadım.

Bunlar benim Berlin hikâyelerim.

No comments: