Saturday, October 20, 2007

Londra Edinburg Brighton Winchester


6 Temmuz’la 18 Temmuz arasında İngiltere’deydik. 4 gün Londra’da, 2 gün Edinburg’da, 2 gün Brighton’da, 5 gün de Winchester’de kaldık.Kısaca, güney kuzey güney, trenle yapılmış bir yolculuklar dizisiydi. Gittiğimiz dört şehir de birbirinden o kadar farklıydı ki, sanki dört ayrı tatil gibi düşünülebilir. Her birinin aklımda kalan yönlerini size aktarmaya çalışacağım.

Londra

Geziye Londra’dan başladık. Eşim bir eğitim nedeniyle benden önce gitmişti zaten, ben de 6 Temmuz Perşembe 13.15 uçağıyla yola çıkıp az biraz gecikmeyle 16.00 civarında Heatrow’a indim.

Heatrow, İngiltere’nin en fazla kullanılan uluslararası havaalanıymış. (Bunu gezinin son günü dönüş için beklerken bize anket uygulayan bir görevliden öğrendik, sonra değineceğim tekrar.) Daha önce de Londra’ya ve Heatrow’a gitmiş olduğum için, nispeten rahattım. Geleneksel “EU pasaportlular” ve “Diğerleri” şeklinde ikiye ayrıldık, “Diğerleri” olarak uzun kuyruklarda bekledik, bir Hintli tarafından sorulan neden geldiğim, paramı kimin ödediği, kaç gün kalacağım gibi soruları atlattıktan sonra bagajımı da alıp metro istasyonuna gittim.

Londra’da ve gezdiğim kadarıyla diğer şehirlerde metro, tren, otobüs bağlantıları son derece düzgün işliyor. Gideceğiniz adresin hangi istasyon civarında olduğunu öğrenince, Havaş, taksi vb derdiniz olmadan -yalnız biraz bavulla yürüme, indi bindi gibi şeylere hazırlıklı olarak- metroyla her yere ulaşabilirsiniz. Detaylı bir metro haritaları var, şimdi nerede okuduğumu hatırlamıyorum ama dizayn ödülü almış bir harita bu. Metro hatları farklı renklerle temsil edilmiş, kaybolmak pek de mümkün değil.

Geçen gidişlerimde fark etmediğim, ama bu gidişimizde çok hissettiğim bir şey, daha metro bileti alırken karşıma çıktı. İngiltere’de hiçbir şeyi tek bir cümlede alamıyorsunuz. Her şeyin o kadar çok çeşidi, indirimi, koşulu vb var ki.. Örneğin metroda bilet alırken, “Oyster Card mı, Travel Card mı?” diye sorarak başlıyorlar; birini hemen, çok da bilinçli olamadan, seçince, “günlük mü, üç günlük mü?, her bölge mi çeşitli bölgeler mi” vb soruları ardı ardına sıralamaya başlıyorlar. Tren bileti istiyorsunuz, tek yön mü, gidiş-dönüş mü, dönüş açık mı değil mi, uçak tipi koltuk mu normal koltuk mu (uçak tipi koltuk bildiğimiz normal koltuk; normal koltuk ise bir masanın etrafında karşılıklı duran, yani ters yolculuk yapabileceğiniz koltuklar; bunlara neden normal diyorlar bilmiyorum) diye soruyorlar. Bunalıyorsunuz.

Neyse, ben haftalık bir OysterCard/tüm bölgeler aldım. Gişedeki adam en iyisinin bu olduğuna ikna etti beni. Bir hafta boyunca, Londra’da tüm metro, otobüs ve trenlerde kullanabiliyorsunuz, 24 pound ödüyorsunuz ve nehir teknelerinde indirim sağlıyor. Normalde, gün boyunca kullanabileceğiniz TravelCard’lar sabah yoğun saatlerde 6, öğleden sonra 4,5 pound civarında. Tek gidiş alırsanız o da 4,5 pound vb. Böyle bir sürü seçenek var.

Kalacağımız oteli booking.com sitesinden ayırtmıştım. Earls Court’ta üç yıldızlı bir otel. Fena değildi; ama hep bizim otellerimizin ve otel çalışanlarının ne kadar haksızlığa uğradığını düşündüm gezi boyunca. Çok uyduruk oteller hariç, hizmet kalitesi, yenilik, tefrişat vb bir sürü açılardan özellikle turistik yerlerdeki otellerimiz Londra’daki yerlere üstün gelir bence.

***
Sonuçta Londra, “Londra” yani. Dünya şehri; bir zamanlar üzerinde güneş batmayan bir imparatorluğun başkenti olmuş, kraliçesi var, eski yerleri var, yeni yerleri var, çılgınlıkları var, müze, sanat, turizm, dil okulu, her renkten insan, kitapçılar, antikacılar, ucuzcu yerler, balık patates ve köri kokuları, bolca Türk falan filan.

Londra’ya 1999’da gitmiş ve ailece 1 hafta, perişan olana dek, gezmiştik. O zaman banka kamuoyunda epey meşhur olan Kıbrıslı bir ailenin evinde kalmıştık. Bizim arkamızdan bir arkadaşlarımız gidince “iyi insanlardı ama çocuklarını perişan ettiler” demiş ev sahibimiz :)İlk gidişimiz olduğu için, sabah 7 civarında evden çıkıyor ve gece yarısına doğru dönüyorduk ve Elif de bundan 7 yaş küçük haliyle sürekli uykulu ya da yorgun oluyordu ve genelde mızıldanıyordu eve girerken ya da çıkarken.. O gidişimizde, “her turistin gitmesi gereken yerler”i hemen hemen bitirmiştik; ama işte o tempo bizi perişan etmişti:)

Buckhingam Sarayı, Parlamento Binası, Wesminster Katedrali, Big Ben, British Museum (İngiltere’nin nasıl yaygın bir imparatorluk olduğunu her yerde hissedebiliyorsunuz ama en çok BM’de, dünyanın her yerinden çalınıp götürülmüş tarihi zenginliklere bakarken -bizim Halikarnas Mozolesi dahil- zamanında bunlar nasıl getirilmiş buralara diye insanın içi acıyor), National History Museum, National Science Museum, National Gallery, National Portrait Gallery, Victoria&Albert Museum, Madam Tussaud’s Mumya Müzesi gibi her biri aslında en az bir günde gezilebilecek müzeler; Regent Street ve Oxford Street gibi alışveriş caddeleri (ilki daha pahalı, ikincisi nispeten daha ucuz caddeler) Akvaryum (Gerçekten çok zengin bir akvaryum, Londra’da ya da İngiltere’de demezsiniz) Covent Garden, Trafalgar Meydanı, Piccadilly Circus, Hayvanat Bahçesi, Kew Gardens gibi turistik yerler gündüzlerimizi doldurmuştu. Geceleri de bir müzikale (Operadaki Hayalet) ve St. Martin in the Fields kilisesinde bir Mozart konserine gitmiş ya da Hyde Park, St James Park, Regent’s Park gibi parklara uğramış ve çokça da Elif’in de yemek yiyebileceği yerler aramıştık. Diyeceğim, çok eğlenmiş ve sahiden perişan olmuştuk. Ama Londra deyince her rehberde sayılan ve mutlaka görülmesi gereken yerler bunlar.

Bu gidişimizde, yanımızda Elif olmadığı ve “aman dünyanın hazinelerini kızımıza gösterelim” diye bir kaygımız olmadığı için daha sakin gezme fırsatımız oldu; ilk gidişimizde göremediğimiz ve aklımızda kalan yerleri gezme fırsatı saydık. Dediğim gibi daha sakindik ve daha fazla gözlem yapma fırsatı da sağladı bu.

Thames
Thames Nehri Londra’nın ortasından kıvrıla kıvrıla akıyor. Nehrin Westminster’den Tower Bridge’ye kadar olan kısmı en güzel binaların, gezmelik görmelik yerlerin olduğu bölüm. Bir yakasında, Parlamento Binası, Old Scotland Yard, Sion School gibi yüzlerce yıllık okullar, Monument Anıtı, Kleopatra’nın İğnesi denilen dikilitaş, hemen arkasında St.Paul Katedrali, London Tower, City finans merkezinin görkemli modern binaları sıralanıyor. Diğer yakası ise Bankside ve Southbank sahili. Nehrin iki yakasını her biri farklı temalarda inşa edilmiş köprüler birleştiriyor. Şarkılardan bildiğimiz açılan London Bridge, London Tower’in yanındaki Tower Bridge gibi tarihi köprülerin yanında, Millenium Bridge gibi sadece yayaların kullandığı 2000 yılında açılan köprü, Waterloo Bridge gibi araçların yanı sıra demiryolu bağlantısını sağlayan köprüler vb. Köprülerden geçerken her iki yakayı seyredip güzel fotoğraflar çekebilirsiniz.

Southbank, County Hall ve altında Londra Akvaryumundan başlayıp, British Airways LondonEye (şehre tepeden bakmanızı sağlayan kocaman bir dönme dolap, ancak birkaç gün farklı saatlerde gitmemize rağmen o kadar uzun kuyruklar vardı ki, beklemek zor geldiği için binemedik) National Film Theatre, National Theatre, Gabriel’s Wharf, Tate Modern Sanat Müzesi, Shakespeare Globe Tiyatrosunun bir kopyası gibi sanat ağırlıklı gezme mekânlarını barındırıyor. Sahil boyunca da, sokak şarkıcıları, çalgıcıları, jonglörler, her milletten çeşitli marifetlerini sergileyenler var. Karşı yakanın güzel manzarasına bakarak yürürken bolca fotoğraf çekme fırsatınız oluyor. En fazla, kendilerini metalik renklere boyayıp heykel gibi duran ve bahşiş atınca size komiklikler yapan tiplere, kendilerine has çalgılarını çalan ya da kargıdan yapılmış kuş sesi çıkaran kavallarını satan Çinlilere, otantik incik boncuk satıcılarına rastladık bu defa. Çok neşeli, her tür insana rastlayacağınız, keyif alarak yürüyeceğiniz bir güzergâh.

National Theatre, Temmuz ayını kent halkına tiyatroyu sevdirmek için kullanırmış hep. Bu sene de, çok çeşitli oyunları Temmuz ayı boyunca indirimli sunarlarken bir yandan da “watch thi(s)pace” başlığıyla akşamüstleri tiyatronun önünde açıkhava gösterileri yapıyorlardı.

Gabriel’s Wharf, eskiden depo gibi kullanılan küçük dükkânlardan oluşan bir avlu. Şimdi hepsi hediyelik eşyacı, antikacı ve restoran olarak düzenlenmiş. Şenlikli bir yer. İlk akşam uçağın yorgunluğunu atmak için güzel göründü, akşam oradaki bir restoranda (adı Riviera, Akdeniz yemekleri yapıyorlar ve gerçekten lezzetli) yemek yiyelim dedik; garsonların üçü Türk’tü.

Türk garsonlar tüm restoranlarda karşınıza çıkıyor aslında. Menülerden genellikle bir şey anlamıyorsunuz, ama nasıl olsa size anlatacak bir Türk bulunuyor. Sonraki sabahlardan birinde kahvaltı ederken karşılaştığımız bir çocuk bize Türkiye’de krizin bitip bitmediğini sordu, 2002’de gelmiş. “Aslında ben iş bulmuştum, Kocaeli İşletme’den mezunum, İş Bankasının sınavını kazandım ama ne biçim bankaysa 300 milyon veriyorlardı, ne yapayım Bankanızı dedim buraya geldim” dedi! Biz karı koca İş Bankasında çalıştığımızı söyleyince de çok bozuldu. Dünya çok küçük değil mi, sen Londra’nın ortasında iki Türk’e tut İş Bankasını eleştir, onlar da İş Bankalı çıksın! Allah bilir mülakatına ben girmişimdir, nerede çalıştığımı söylemedim artık.

Thames, Londra’ya deniz kıyısındaymış havası veriyor. Nehirde gezi tekneleri, günlük şehir içi ulaşıma destek olan tekneler, yük taşıyan tekneler, tekne evler, ne ararsanız var. Gezi teknelerinden bilet alarak Londra’ya kısa bir bakış atabilir ve serin rüzgârda keyifli zamanlar geçirebilirsiniz.

Tate Modern

Tate Modern, Thames kıyısında II. Dünya Savaşından sonra santral olarak inşa edilen bir binada Tate ailesi tarafından kurulmuş, sonra ulusal müze niteliği kazanmış. Tate Müzeleri Tate Britain ve Tate Modern olarak iki müzeden oluşuyor; Tate Britain daha klasik sanat yapıtlarını içeriyor ve nehrin daha kuzeyinde, Tate Modern ise adı üstünde çağdaş sanat yapıtlarını içeriyor. Picasso, Dali, Warhol gibi adını çok duyduklarımız yanında binlerce eser. İki müzeye de giriş ücretsiz, üstelik iki müze arasında ücretsiz tekne seferleri var.

Tate Modern gezimiz yaklaşık bir gün sürdü. İstanbul Modern’i de gezmiştim ve nelerle karşılaşabileceğimi tahmin ettiğimi sanıyordum. Ama arkadaşlarım, sanat çok ilerlemiş, biz burada modern sanattan gerçekten habersiz yaşıyormuşuz. Binanın görkemi ve düzenlenişi bir yana, sergilenen yapıtlar gerçekten çok değişik, bazıları da çok etkileyici. Örneğin üst üste konmuş iki küçük TV ekranında, iskambil kağıdındaki gibi bir ters biri düz duran birbirinin aynısı iki soytarı sürekli zıplıyor ve “No No No No” diye bağırıyorlar. Müzede bilet alınarak gezilen iki özel sergi de vardı. Birisi “Soyuta Yolculuk” başlığı altında Kandinsky -ki gerçekten bir kazanç olarak görüyorum gezmiş olmayı; diğeri de adını ilk kez duyduğum Pierre Huyghe adlı sanatçının Kutlama Parkı (Celebration Park) sergisi.

Kandinsky (1866–1944) sanatının ilk dönemlerinde somut resimler çizerken, yavaş yavaş soyuta gidivermiş. Çeşitli nedenleri var elbette, sürgün, devrim, savaşlar vb. Ama bir sergi boyunca resimlerindeki değişimi gözlemek ilginçti. En ilginç resimlerinden biri de 1916’da Moskova Kızıl Meydan’ı gösterendi. Soyutluğun ortasında olduğu bir dönemde, evini çizerken bir peri masalı ülkesi gibi kubbeleriyle resmetmiş.

Pierre Huyghe daha genç bir sanatçı; sergisi Kutlama Parkı adını taşıdığı için bolca neon ışığı kullanmış; bir salonda örneğin devasa -ama kelimenin tam anlamıyla devasa- iki kapı salon boyunca bir düzenek yardımıyla dönüyor ve bir yerde kapanıp oda kapısı haline geliyordu, sonra tekrar dönmeye başlıyordu. Duvarlarda da “ben kimim, sen kimsin vb” neonla yazılmış yazılar yanıyordu. (Çocukluğa ve insanın kendini arayışına göndermede bulunan bir yapıtmış.) Huyghe Sergisinde en etkilendiğim odalardan birisi, duvarı kaplayan beşe bölünmüş sinema perdesinde çeşitli filmlerden müzik yapılan sahneleri seyredip dinleyebildiğiniz odaydı. Duvarın karşısına oturma yerleri yapılmış, oturuyorsunuz ve aynı anda çalıp oynayan sahneleri seyrediyorsunuz. (Casablanca’da Sam’in piyano çalışı, Singing in The Rain’den bir dans parçası, yanında Şarlo’nun bir filminden bir sahne, yanında dağlarda şarkı söyleyen bir Bavyeralı, yanında bir caz kulübü sahnesi mesela. Her şeye rağmen bir keşmekeş değil, müziğe selamdı sanki)

St. Paul Katedrali
Tate Modern’in kahvesinde soluklanıp bir kahve içtikten sonra, Millenium yaya köprüsünden karşıya geçip St.Paul Katedraline gittik. Böylece, çağdaş sanattan çıkıp klasik sanat anıtlarından birinin içine düşmüş olduk.

Britanya’nın en önemli mimarlarından biri olan Sir Christopher Wren tarafından 1675 – 1710 yılları arasında inşa edilen Katedralin yerinde, Büyük Yangın sırasında yok olan bir başka katedral varmış. Gerçekten çok görkemli, Barok mimari özelliklerini taşıyan, insanı büyüleyen bir yapı. Kubbesine tırmanırken, 300 basamakla birinci kademeye çıkıyorsunuz. Burası “Fısıltı Galerisi” adını taşıyor ve duvarlardaki deliklere fısıldadığınızda yaklaşık 100 mt öteden duyulabiliyor. Aslına bakarsanız 300 basamağı döne döne tırmandıktan sonra sadece fısıltı çıkarabiliyorsunuz ve belki de duyduğunuz sesler kalbinizin çarpıntısı ya da imdat çağrısı olabilir. Kubbenin geri kalanını tırmanamadık biz, çıkabilseymişiz London Eye’den önceki en yüksek Londra manzarasını görebilecektik.

Greenwich
Greenwich’i hepimiz biliyoruz aslında; 0 numaralı boylamın geçtiği, zamanın başladığı, hepimizin saatlerimizi ona göre ayarladığımız yer.

Greenwich aynı zamanda denizcilik ve kraliyet tarihiyle de özdeşleşmiş. Donanma Müzesi, Denizcilik Koleji, Cutty Sark Gemisi, Kraliçenin Evi, Eski Kraliyet Gözlemevi, 2000 yılı için inşa edilen Milenyum Kubbesi, neo klasik malikâneler, parklar, antikacılar, kitapçılar, pazaryerleri ile turistleri çekiyor.

Greenwich’e gitmek için Thames yolunu tercih ettik. Westminster’e gidip London Eye’ye kuyruk nedeniyle binemeyeceğimizi bir kez daha gördükten sonra, iskeleden Greenwich’e giden bir tekneye bindik. Thames boyunca, Londra’nın değişik yerleşim yerlerini de görmüş oluyorsunuz. Eskiden ambar ya da fabrika olarak kullanılan birçok bina, yenilenerek konut haline dönüştürülmüş. Her biri çok şık görünen siteler hep Wharf adını taşıyor. Albert’s Wharf, Canary Wharf vs. Eski olup yenilenen bu binalar bittikten sonra da, Greenwich’e yaklaştıkça, şehrin daha yeni yüzünü görüyorsunuz: Hemen tüm büyük bankaların (HSBC ve CitiGroup gibi) yerleştiği gökdelenler, ilginç ve modern mimarileriyle penthouse daireleri barındıran apartmanlar vb. elimde olmadan bazı apartmanların fotoğrafını çektim, gerçekten değişikti. Daha sonra Greenwich’te bir emlakçının vitrininde sözkonusu dairelerle ilgili reklamlar gördük; fiyatları 750.000 ile 1.200.000 £ arasında değişiyor. İnanılmaz rakamlar, şimdi bile kafamda TL karşılıklarını hesaplamaya çalıştığımda zorlanıyorum!

Zamanın 0 noktasının bulunduğu Eski Kraliyet Gözlemevi’ne tırmanırken kocaman bir parkın içinden geçiyorsunuz. Parkta çimenlere uzanıp uyuduk biraz, herkes öyle yapıyordu çünkü, çoluk çocuk piknik yapanlar, top ya da frizbi oynayanlar, uyuyanlar.. Biz de aralarına karıştık. Bu, çimenlik uykularımızın ilki oldu. İlerleyen günlerde, gezmekten yoruldukça, Hyde Park’ta ve Kensington Gardens’ta da denedik; güzel oluyor tavsiye ederim.

0 numaralı boylamın geçtiği yerde tüm turistler fotoğraf çektiriyorlar. Gözlemevi küçücük ve mütevazı bir yer aslına bakarsanız ve bütün o kalabalıkla gezmek, havalandırma da olmadığı için, bunaltıcı olabiliyor. Ama çıktığınızda, “ben de gördüm” diyorsunuz. Saatinizi bir kez daha ayarlıyorsunuz, bundan sonra size “senin saatin ileri/geri” diyeceklere verecek cevabınız cebinizde oluyor.

Metro
Londra gerçekten kalabalık bir şehir, bir dünya şehri. O kadar çok yabancı var ki, kendinizi yabancı hissetmiyorsunuz, ama bir yandan da yabancılaşıyorsunuz. Bunu en çok metroda hissediyorum nedense. Metro, başta da belirttiğim gibi Londra’da bir yerden bir yere gidebilmek için en önemli aracınız. Yerin altında, karanlıkta o istasyondan öbürüne gidip gelerek güneşi hiç görmeden bütün bir günü geçirebilirsiniz. Ruth Rendell’ın öyle bir kitabı vardı, belki okuyanlarınız vardır, üstelik orada kitabın kahramanı metro vagonlarının üzerinde seyahat ediyordu.

Günlük hayat şöyle sürüyor sanırım Londralılar için; istasyona gidiyorsunuz, girişte bedava dağıtılan Metro Gazetesi’ni alıyorsunuz, vagona girince ilk iş i-Pod’unuzun ya da müzik çalan cep telefonunuzun kulaklıklarını takıyorsunuz, gazetenizi, ya da yoksa mutlaka bir kitap ya da dergiyi okuyorsunuz, ara sıra istasyonları kontrol ediyorsunuz, çevrenizle ilgilenmiyorsunuz, derin derin düşünüyor gibi duruyorsunuz, size bakan meraklı bir turistle göz göze gelince de tedirgin oluyor ve bunu hissettiriyorsunuz. Sonra inip işinize gidiyorsunuz, sonra da tekrar evinize dönüyorsunuz. Metro vagonları mutlaka sırayla yenileniyordur ama bir kısmı çok yıpranmış, eski duruyor. İngilizlerin de kendilerine özgü bir eskilikleri, garip bir rüküşlükleri ve dağınıklıkları olduğu için çok tuhaf kaçmıyor bu eskilik. Londra’da sık sık, en çok da metroda, George Orwell’in kitaplarını hatırladım. 1984’ü, Daralma’yı. Çok uğraştım aslında, Viktorya Döneminde geçen pastoral kitaplarla paralellik kurmak için, ama olmadı.

Cuma-Cumartesi Geceleri
Ciddi ve rüküş İngilizler, cuma ve cumartesi geceleri kendilerini eğlenceye veriyorlar. Hafta içi günlerde de Publar akşamüstleri dolu ve neşeli oluyor elbette; bu Pub işi başka bir şey zaten. Kendi hafta içi rutinimi düşündüğümde, akşamüstü iş çıkışı Pub’a uğramak, bir iki (sanırım İngilizler bu bir ikiyi abartıyor, neyse) hafif içecekten sonra eve dönmek fikri çok cazip geliyor. Ama cuma ve cumartesi geceleri bambaşka. Işıl ışıl caddelerde, özellikle Piccadilly, Covent Garden, Soho gibi merkezlerde, eğlenmeye ve abartmaya hazır, hatta kendini buna zorlayan çılgın bir kalabalıkla karşılaşıyorsunuz. İnanılmaz bir şey, gecenin ilerleyen saatlerinde limuzinlerin tavan pencerelerinden dışarı uğramış size el sallayan ve çığlık çığlığa bağıran kızlı erkekli grupları görmek sizi şaşırtmıyor bir süre sonra. Bu da gençken mutlaka yapılması gereken bir ritüel sanırım.

Dünya Kupası
Kupa mevsimi olduğu için şanslıydık. Tüm publarda büyük ekranlarda sesli kalabalıklarla birlikte bazı maçlara baktık. Finalin olduğu gün, hafta sonu için Londra’ya gelen İtalyanlar ve Fransızlar sırtlarında, arabalarında bayraklarıyla şehirde gezmekteydiler. Maçı bir pubda, her iki ülkenin taraftarlarıyla birlikte seyrettik. İtalyanların sesi pek çıkmıyordu, Fransızlar bizim taraftarlarımıza daha çok benziyordu bu anlamda. Ama Zidane’nin kafasından başlayarak hele de maç bitince İtalyanlar çıldırdılar. Hoştu.

Yemekler
1999’dan da hatırladığımız üzere yiyecek bir şeyler bulmak hep sorun oldu. İngiliz mutfağı -varsa elbette, belki de yoktur- damak zevkimize çok uygun değil. Zaten bütün şehri saran kızarmış balık-patates, köri, hint ve çin yemeği kokuları yemek açısından umut beslememeniz gerektiğini size her an hatırlatıyor. Eve dönüş yaklaştıkça sulu ev yemeği, mercimek çorbası, köfte patates özleminiz de artıyor.

Klasik İngiliz kahvaltısı, fasulye, kızarmış bacon, iki yumurta, sosis ve bazen de mantardan oluşuyor. Onu istemezseniz (diğerleri neyse de sosisin tadı çok kabul edilebilir değil benim için) sandviç, çörek, tuzlu pay (Greenwich’te tekneden inip şehrin içine girerken bir Traditional Pie Shop vardı. Orada yediğimiz üzerine gravy sos dökülmüş biftekli pie’ları İngiliz olmasına ve çaresizlikten kahvaltıda yememize rağmen saygıyla anmak isterim) kek gibi seçenekleri deneyebilirsiniz. Ama asla, peynirli zeytinli reçelli bir kahvaltı beklemeyin. (Sadece Winchester’de kaldığımız otelde “international breakfast” diye tereyağı, peynir ve reçel bulabildik, beyaz peynir ya da feta peyniri değil elbette, guda türü bir şeyler)

Diğer öğünlerde Türk mutfağı dahil uluslararası mutfakları bolca bulabiliyorsunuz. Biz genellikle İtalyan ya da Fransız restoranlarını tercih ettik. Her öğünümüz için 30 – 40 £ civarında hesap ödedik, yemekler genellikle fena değildi ama ödediğimiz parayı kesinlikle hak etmiyorlardı. Türk yemeklerinin, Türkler tarafından pişirilse de İngiltere’ye özgü yorumlarını beğendiğimi söyleyemeyeceğim. Ne de olsa orada satılacakları için biraz ilaveler yapılmış, şiş köfteye köri konmuş örneğin; bu açıdan acıklı denemeler gibi geldi bana.

Edinburg

Londra’da dört gece konakladıktan sonra, 10 Temmuz sabahı hızlı trenle Edinburg’a hareket ettik. Hızlı trenle İngiltere içinde coğrafyanın nasıl değiştiğine bakarak dört saatte Edinburg’a varıyorsunuz. Asıl niyetimiz araba kiralayıp daha fazla gezebilmekti ama trafiğin ters akışı, direksiyonları tersliği gibi nedenlerle bu işi yapamadık. Aslına bakarsanız, karşıdan karşıya geçerken bile ters akış o kadar tedirgin ediciydi ki..

Edinburg, İskoçya’nın başkenti ve bence olabilecek en güzel başkentlerden biri. Her yıl ağustos ayında en büyük sanat festivallerinden birine ev sahipliği yapıyormuş. O dönemde gitmek de tercih edilebilir.

Tren garında indikten ve üstü önemli ölçüde açık olmasına rağmen garın her tarafında sigara içmenin yasak olduğu büyük tabelalarla gözümüze sokulduktan sonra, garın içindeki turizm bürosundan bir otel ayarladık. Şansımıza, otel şehrin en önemli alışveriş merkezlerinden biri olan Princess Street üzerindeydi ve Scott Anıtı, Princess Gardens, St Giles Katedrali, Edinburg Castle gibi görülecek pek çok yeri penceremizden görebiliyorduk. Aşırı lüks bir otel olduğunu düşünmeyin, çok eski ve bir bölümünde yenileme inşaatı devam eden bir oteldi, sanıyorum o yüzden ödeyebileceğimiz bir fiyata inmişlerdi. Yine de eski bile olsa, yastığa başınızı koyduğunuzda bir kaleye ve gotik bir anıta bakıyor olmak hoş bir duyguydu.

Şehir o kadar eski ve tarih dolu ki, nereye baksanız fotoğrafını çekmek istiyorsunuz. Ayrıca, yakın çevresine düzenlenen turlarla da doğal veya tarihi pek çok güzelliğe dalmanız mümkün. (Ama Elif’in yaz okuluna gelişinde tur şirketinin hatası nedeniyle pasaportları kaybolduğu, dil okuluna gelemeyecekleri söylendiği, biz de bütün THY uçaklarına yedek yolcu olarak yazıldığımız için, Londra’dan fazla uzak kalamadık ve Edinburg’ta iki gece kaldıktan sonra o güzel şehri bırakmak zorunda kaldık.) Bu anlamda tadı damağımızda kaldı diyebilirim.

City Sightseeing
Otelden ilk çıktığımızda, üstü açık otobüslerden birine bilet alarak bir şehir turu yaptık. Bir şehre ilk gittiğinizde genel bir bakış elde etmek ve nerede ne var görebilmek için bu turlar çok iyi oluyor.

Turda rehberimiz yaşlı bir İskoçtu. İskoçların konuşmasını anlamayacağımı düşünmüştüm, ama ağır bir aksanları olmasına rağmen düzgün bir İngilizce konuşuyorlar. Yaşlı İskoçumuz Peter da bize güzel güzel şehri anlattı. İki cümlesinden birinde İngilizlere laf atarak elbette. Örneğin göllerden söz ederken “Loch” (göl) sözcüğünü İngilizler gibi söylemememiz, “khh” vurgusunu öğrenmemiz ve bunu gittiğimiz yerlerde de İskoç diline bir örnek olarak göstermemiz konusunda epey bir çaba gösterdi. Ya da Parlamento binasının, ulusal galerilerin, kalenin vb yanından geçerken, İskoç kimliklerini özellikle vurgulayarak İngilizlere göndermelerde bulundu.

Edinburg Castle
Edinburg’un ve İskoçların gururu, şehrin her yanından görülebilen, 6.yy’dan kalıntılara sahip ve mevcut haliyle 12.yy’dan itbaren inşa edilen kale, zaman içinde kraliyet sarayı, askeri kale, garnizon, hapishane gibi işlevler üstlenmiş. Şu anda, İskoç Krallarının kutsal “kader taşı”nı (ki 1996’ya kadar İngilizler vermemişler bu taşı) İskoç Tacı ve kraliyet mücevherlerini, eski İskoç giysilerini, tarihi askeri topları vb içinde barındırıyor.

Ancak, kaleye giriş için o kadar uzun bir kuyruk vardı ki, en az iki saatimizi kuyrukta bekleyerek geçireceğimizi düşünerek Kaleden vazgeçtik. (Genelde daha sabırlı bilirdim kendimizi, sürenin azlığı etkiledi herhalde)

Camera Obscura
Edinburg Kalesine giderken, Kraliyet Yolu üzerinde sol tarafta Camera Obscura müzesi var. Camera Obscura, aynalı mercekli bir düzenekle, çevredeki görüntülerin yuvarlak bir masaya yansıtılması anlamına geliyor. Basit bir örneğini Greenwich’te Gözlemevi’nde de görmüştük. Ama buradaki çok daha etkileyici. 1850’lerde kurulan Camera Obscura’da, karanlık bir odaya 15 kişilik gruplar halinde giriyorsunuz ve yuvarlak bir masanın etrafına diziliyorsunuz. Görevli önce mekanizmanın nasıl çalıştığını anlatıyor, sonra da kontrol çubukları yardımıyla aynaların yönlerini değiştirerek Edinburg’u size tanıtıyor.

Camera Obscura odası, yandaki gibi bir şey. Değişik bir City Sightseeing yani. En ilginç yönlerinden birisi, elinize bir parça kağıt alıp masanın üstünde oynaşan görüntülere yaklaştığınız kısımdı. Görüntü kağıdın üzerine yansıyor haliyle ve kağıdı yükselttiğinizde, sanki kendi kendine yürüyen adamcağızı ya da otomobili kağıtla havada taşıyormuşsunuz gibi oluyor. (Karışık mı oldu? Bilimsel bir açıklama yapamayacağımı tahmin etmeliydim, konuya girmese miydim acaba? )

Müzeler
Edinburg’da, National Gallery, Royal Museum, Museum of Scotland gibi yer olarak da birbirine yakın olan müzeleri gezebilir, çağdaş ve klasik sanat örneklerini görebilirsiniz. Müzelere giriş ücretsiz. Bunun dışında bizim gidemediğimiz Çocukluk Müzesi, Holyroodhouse Sarayı ve Kraliçe’nin Evi, Yazarların Müzesi, Halkın Hikayesi gibi çeşitli temalarda hazırlanmış müzeler de var.

Alışveriş
Londra’da alış verişten pek bahsetmedim, ama Edinburg için biraz değinmek isterim. Sonuçta, Edinburg insanı alış verişe zorlayan bir şehir: Viski, kristal, antikalar, yün ve kaşmir kumaş, kazak, atkılar, kilt etekler, keltik figürlerde takılar, reçeller ve tereyağlı bisküviler, kitapevleri ve elbette turist işi hediyelikçiler insanı yoldan çıkarabilir. Kocaman kılıçlar ve gayda bile alabilirsiniz. Daha yolumuz olduğu için biz kendimizi tutmaya çalıştık, iyi ki dönüş uçağımız Edinburg’dan değildi..

Gece
Şehrin canlı bir gece hayatı var. Elbette Publar yine başrolde, ama eskiden hayvan yemi satılan GrassMarket caddesinde ya da kale çevresinde her türden restoran bulabilirsiniz. Geç saatlerde de caz kulüpleri ya da canlı müzik yapılan diğer eğlence yerleri oldukça davetkâr. Biz bir akşam 1800’lü yıllardan kalma bir pubda yemek yedik, diğer akşam da ara sokaklardan birinde bulduğumuz bir İtalyan restoranında. Ama İtalyan dediğim, tam İtalyan. Duvarlarda Akdeniz resimleri boyanmış, Pavarotti gibi tenorların fotoğrafları, balık ağları, İtalyan şehirlerinden fotoğraflar asılmış bir yerdi. Garsonlar yaşlı ve kırık dökük İngilizceli İtalyanlardı. Edinburg’un tarihi ve puslu havasından restorana girince birden Akdeniz kıyısına gelmiş gibi hissettim. Garsonlar önce İtalyan olduğumuzu sandılar, Türk olduğumuzu öğrenince de “aynı şey, Akdeniz, burada ne işiniz var” dediler. Aslında biz de evi özlemeye başlamıştık galiba, zeytinyağına ekmek banmak ya da midye yemek ilaç gibi geldi.

Brighton

Dediğim gibi, Elif’in durumundaki belirsizlik nedeniyle Londra’ya yakın olmamız ve yedeklerden yer açılırsa bulduğumuz uçakla İstanbul’a dönmemiz gerekiyordu. O yüzden, güzelim Edinburg’u geride bırakıp yine trenle Londra’ya döndük. Londra’da kalmak istemediğimiz için, bilet alıp bu kez güney sahile, Brighton’a hareket ettik.

Brighton deyince, benim aklıma hep Sting’in de rol aldığı Quadrophenia filmi gelir. Londra’daki sıkıcı hayatlarından bunalan ve vespalarıyla Brighton’a giderek orada kavgalara karışan gençleri anlatan, Who müzikleriyle bezenmiş bir kült film. Zaten Who’nun rock operası olarak sahnelenmiş önce. İzleyeli çok oldu, ama bir ara bulup tekrar izlemek isterim. Sting bir otelde garsondu ve işini nefret ederek yaptığı öyle belli oluyordu ki, Londra’ya ilk gittiğimde onun gibi dik saçlı genç garson bana kahvaltıda “do you want some toast? Dark or white? Tea or coffee?” diye ruhsuz ruhsuz sorduğunda, kendimi filmin içinde sanmıştım birden.

Neyse, diyeceğim Brighton güney sahilinde, özellikle Londra’ya yakınlığıyla hafta sonu kaçamakları, zincirlerinden boşanma yeri, bekârlığa veda partileri gibi amaçlarla kullanılan çılgın bir yer. İngiltere’de denize girme geleneğinin de orada başladığı söyleniyor. Zaten daha trende insanların kuralsız yaşamak için oraya gittiğini hissetmeye başlıyorsunuz, tren durur durmaz insanlar şehrin içine “biz geldik, eğlenmeye geldik” diye bir yayılıyor görmelisiniz.

Bir saatlik yolculuktan sonra garda indiğimizde bir sürprizle karşılaştık. Saat beşti, turist merkezi büyük bir dakiklikle kapanmıştı ve nerede kalacağımızı bilmiyorduk. Bir taksiye yanaştık, kalacak yer aradığımızı söyledik. Taksi şoförü 60 yaşlarında bir hanımdı. Hazırlıksız gelişimiz ve yer bulma yöntemimiz onu bir şaşırttı görmeliydiniz. Yola çıktığımızda hala ne yapacağımızı anlamamıştı. Brighton sahili boyunca çok büyük ve lüks oteller olduğunu, ancak çok pahalı olabileceklerini söyleyerek uyardı bizi ve “guest house” denen küçük otelleri denememizi önerdi. Sonra da pek çok guest house’nin yan yana dizildiği bir sokakta bizi bırakıp resmen “kaçtı.” Eminim akşam torunlarına, “siz sakın öyle yapmayın” diye anlatmıştır.

İngiltere’de yaşlıların ve çocukların hayatın içinde yer alması çok ilginç yalnız, bunu da belirtmeliyim. Çok fazla çocuk var ortalıkta, her çiftin en az iki üç çocuğu var, irili ufaklı; ne kadar küçük olsalar da bizim olduğumuz gibi içeriye kapanmıyorlar. Her yerde bebek arabalı ana babalarla karşılaşıyorsunuz. Müzeler, trenler, restoranlar gibi gezilecek her yerde de çocuklu ailelerin hayatını kolaylaştıracak ya da birlikte dolaşmayı zevkli hale getirecek düzenlemeler yapılmış. Çocuklar gibi, yaşlılar da hayatın içinde. Zaten emeklilik yaşı 65 olduğu için 65 yaşına kadar iş hayatındalar; onun dışında da, oteller, müzeler, yürüyüşlerde bolca yaşlı görüyorsunuz. Bu kadar çalışmaları doğru ve gerekli midir tam emin olamadık. Bizim 60’lık taksi şoförü sadece gezmeyi ya da torunlarını sevmeyi istemez mi mesela? Winchester’de kaldığımız otelde de garsonlardan biri yine 60’ın üzerinde görünen bir hanımdı. Akşam yemeğinde şarabı açmaya çalışırken ya da boş tabaklarımızı toplarken çok rahatsız oldum. Sanki büyük anneme iş yaptırıyormuşuz gibi; insanın içinden “bırakın, ben yaparım” demek geliyor. Üstelik de o yaşlı halleriyle ortalıkta gezerken, ayakları takılıyor, düşü düşüveriyorlar. Birkaç tane yaşlı kazasına denk geldik dolaşırken.

Brighton’a dönecek olursak, şoförün bizi bıraktığı sokakta gözümüze kestirdiğimiz bir evin kapısını çaldık ve boş bir oda bulduk. Resepsiyondaki kız, şanslı olduğumuzu banyomuzu paylaşmamız gerekmeyen bir odaları olduğunu (o ana kadar shared facilities olabileceği aklıma gelmemişti) söyledi ve binanın non-smoking olduğunu da özenle vurguladı. Oda, dört katlı binanın en üst katındaydı, elbette asansör yoktu ve darlığıyla bizi şaşırtan merdivenlerle odaya doğru tırmanmaya başladığımızda merdivenin daha da daralacağına ilişkin bir beklentimiz yoktu. Ama daralabiliyormuş işte, size şöyle diyeyim, bizim odaya bağlanan merdivende, Bankanın bize verdiği lacivert küçük bavul yanınızda yürüyemiyorsunuz, bavulu arkada tutmanız gerekiyor. Odanın açıldığı sahanlığa üç oda kapısı açılıyor ama bir kişi ayakta durabilir. (Amsterdam’da Anna Frank’ın müze evinde mekânların darlığı vurgulanmaya çalışılıyordu, gelsinler burayı bir görsünler bence.) Yine de temiz, sessiz (sanırım hafta içi olduğu için yan odaların boş olmasından kaynaklanıyordu) ve insanların Brighton’a gelince sokaklarda eğlenecekleri ve odada az zaman geçirecekleri düşünülürse amaca uygun bir yerdi.

Biz de kendimizi sokağa attık. Uzun sahil boyunca yürürken, saat yediyi geçiyordu ve hala güneş yakıyordu; bazı insanların deniz keyifleri bitmemişti; bazıları da kendilerini Happy Hour’un şenlikli havasına bırakmışlardı.

İngiltere’de ilk günümüzden itibaren günlerin uzunluğu şaşırttı bizi. Önce anlamıyorsunuz ama ülkenin yerini düşününce alışmaya başlıyorsunuz. Güneş saat dokuz buçuk civarında batıyor, o ana kadar sürekli yukarıda; iki saatlik farkı da düşününce, Türkiye’de yavaş yavaş uyku moduna geçtiğiniz saatlerde orada daha gün ışığında geziyorsunuz.

Hayatımda Brighton’daki kadar bira içilen ve çıldırılan bir ortamda olmadım herhalde. Sadece belli mekânlarda değil, şehrin her yerinde insanlar bira içiyorlar. O kadar ki, çocuk parklarının vs olduğu yerlerde “bu alanda içki içmek (street drinking) yasaktır” yazmışlar. Çok eğlenceli bir yer gerçekten. Şehir her zaman sanatçı ve yazarlara da ev sahipliği etmiş. Laurence Olivier gibi.

Palace Pier
Denize doğru uzanan büyük bir iskele, Palace Pier. 1809’da yapılan bu iskele, şehrin en önemli eğlence merkezlerinden biri ve Brighton’la ilgili her filmde mutlaka görünüyor. Üzerinde çok çeşitli yiyecek yerlerinin yanı sıra, ufak paralarla oynanan kollu kumar makineleri, elektronik oyunlar, çocuk oyuncakları (kurbağaların kafasına vurma oyunu gibi) var; ayrıca da büyük bir lunapark var. Çılgınlıkları önlemek için sanırım, her tarafında “pier’den atlamak yasaktır” tabelaları asılı. Pier’de aile boyu keyifli zaman geçirilebilir.

Dünyanın En Eski Elektrikli Treni
Pier’in önünden, sahil boyunca bir rota izleyen ve Brighton Marina’ya kadar giden bir tren var. Kitapta “dünyanın en eski elektrikli treni” diye okuduğumuz için bilet aldık ve beklemeye başladık. Tren her hangi bir lunaparkta görebileceğiniz minik trenlerden biriydi, çok komikti, o kadar yavaş gidiyordu ki karşımızda oturan yaşlı teyzeleri çok korkuttuğumuz halde gülmemizi durduramadık. Genel Anglosakson uyarı hastalığı burada da vardı, minik trenin bulunan her boşluğuna trenden atlanmayacağı, ellerin ayakların dışarı çıkarılamayacağı, çocukların mutlaka bağlı tutulması gerektiği ve elbette -açık hava olmasına rağmen- trende sigara içilmeyeceği asılmıştı. Bunları okudukça daha da güldük ve İngiliz teyzeler indiklerinde eminim rahat bir nefes aldılar. Yine de en eskisi buymuş, yani kusurlarıyla birlikte sevmek lazım.

Royal Pavillion
Brighton’u bu kadar meşhur eden kişi, Kral IV. George olmuş. Elbette başta kral değilmiş. Prenslerden biriyken Brighton’a gidip gelmeye başlamış, sonra bin bir hileyle (gezdiğimiz bir sürü yerde İngiliz kraliyet savaşları ile ilgili bir şeyler duyduk, halbuki saray entrikalarını Osmanlıya özgü sanırdım ben) naib prens olmuş ve Brighton’daki Royal Pavillion’u genişletmeye başlamış. 1770’lerde buraya gidip gelmeye başlayan ve hatta gizlice burada evlenen Prens George zevke ve sefaya aşırı düşkün bir adammış. Bu ufak sarayda kendisine inanılmaz karmaşık, ama çok görkemli ve göz alıcı bir tarzda bir ortam yaratmış. Sarayın dış cephesi en son halini 1822’de almış. Sarayda Çin ejderhaları, kristallerle, Hint temalı duvar süsleriyle, Mısır teknelerine benzeyen koltuklarla iç içe geçmiş. Nereye baksanız başka bir yaldız ya da süsleme görüyorsunuz. Sütunları palmiye ağacı şeklinde yapılmış Büyük Mutfak (kendisi de konuklarına gezdirir ve mutfakla gurur duyarmış) gerçekten etkileyici. Bekleneceği üzere gut hastalığına yakalanan ve uzun süre şişmanlığı ve ayağı nedeniyle özel düzeneklerle hareket eden prens ve sonra Kral IV. George’nin sofraları öyle görkemli olurmuş ki, her sofrada en az 200 çeşit yemek/tatlı ikram edilirmiş.

Kralın rahatı için, o büyüklükte bir binadan beklenmeyecek sayıda, 30 tane, tuvalet gizli yerlere yerleştirilmiş.George’den sonra tahta geçen Victoria, Pavillon’a ilk geldiğinde çok karmaşık ve gereksiz derecede lüks bulmuş; zaten 1850’de de Brighton kasabasına satmış. Görülesi ve ibretle seyredilesi bir yer, böyle bitireyim en iyisi. Fotoğrafa bakınca, hiç İngiliz işi değil, değil mi?


Brighton Marina’da açılan Kum Heykel sergisini de gördükten sonra, nihayet İngiltere’ye gelebilen kızımızı görmek için Winchester’e geçelim dedik. Çılgınca eğlenme havamızda değildik ve Elif’i özlemiştik.

Winchester

Winchester’e Brighton’dan trenle yaklaşık 1,5 saatte ulaşabiliyorsunuz. Londra Waterloo İstasyonundan da 1 saat sürüyormuş.

Winchester, güney İngiltere’de zengin ve küçük bir şehir. Aynı zamanda İngiltere’nin eski başkentlerinden birisi. Henry’lerden birisine kadar başkentlik yapmış. Sonra Londra üstünlüğü ele geçirmiş. Tarihi, Roma devri ve öncesine gidiyor.

Şehrin alamet-i farikaları arasında 7.yüzyıldan bu yana varlığını sürdüren Winchester Katedrali, Romalılardan kalan ve sonra çok sayıda krala ev sahipliği yapan Great Hall ve eklentileri, Great Hall’da yer alan Arthur’un Yuvarlak Masası ve çok sayıda askeri müzenin yanı sıra (Gurkha Askeri Müzesi bile var) Winchester Koleji ile çok sayıda dil okulu sayılabilir. Denize, Londra’ya yakınlığı, doğal güzellikleri ve tarihi dokusuyla, dil öğrenmeye gelenler için cazibe merkezi olmuş.

Brighton’da da dil okulları gördük; ama ben genç bir kız annesi olarak kızımı oraya dil okuluna göndermek istemem doğrusu 

Şehrin nüfusu yerli yabancı öğrencilerden ve yaşlılardan oluşuyor. Bolca da turist var elbette. Yaşlı insanlar minik akülü arabalarıyla dolaşıyorlar her yerde.

Winchester’e akıllandığımız için saat beşten önce vardık, turizm ofisinden bir otel ayarladılar bize: Winchester Royal Otel. Şehrin en eski otellerinden biriydi, yaklaşık 150 yıldır otel olarak kullanılan bir binada, adı Royal olmasına karşın üç yıldızlı, temiz, sessiz, güzel bir bahçesi olan bir yer. Hemen Elif’i görmeye gittik. Kızımıza da kavuşunca (gerçi bir daha yanımıza gelmedi ve arkadaşlarıyla olmayı tercih etti ama neyse) geziyi Winchester’de bitirmeye karar verdik. İki gecelik rezervasyonumuzu dönüş tarihine kadar uzattık.

Winchester Katedrali
Winchester Katedrali, önce Wessex Kralı Alfred (şehirde bir heykeli de var) döneminde sonra St.Swithun’un ve Benediktenlerin manastırı olarak faaliyet göstermiş; Norman istilasından sonra Fatih William döneminde yeniden inşasına başlanmış (1079) Bugün İngiltere’nin en eski katedrali olarak biliniyor. İçinde çok sayıda aziz, kral, piskopos, devlet adamı ve yazarın mezarları var. Örneğin şehirde müze evi de bulunan Jane Austin gibi. Katedral kütüphanesinde randevuyla 12.yüzyıldan kalma bir incili de görebiliyorsunuz.

Katedrali gezerken, romanda değinilen ve aynı zamanda St. Paul’e adanan kiliselerden birisi olduğu için Da Vinci Şifresi ile ilgili bir sergi ve gezi planı hazırlanmıştı (Breaking The Code). Gezi planına göre kiliseyi, altarı, koro odasını, ortaçağda kalan bölümleri vb gezerken, Da Vinci Şifresi’nin neden çok da inanılmaması gereken bir şey olduğunu size anlatıyorlar. Anladığım kadarıyla St. Paul havarilerin en genci olduğu için hep biraz feminen resmedilmiş, o yüzden Son Yemekte İsa’nın yanındaki de Magdalalı değil St.Paul’müş. Gerçekten de karanlıkta olduğu için tam da fotoğraflayamadığım büyük altarda, İsa, Magdalalı ve St. Paul birlikte görünüyorlar ve hangisi Meryem hangisi Paul anlayamıyorsunuz. Serginin son sözü de mealen “böyle şeylere kafanızı takmayın, inanıyorsanız sorgulamadan inanın, kendi içinize dönün; doğru yolu kendi içinizde bulun” gibi bir şeydi.

Yuvarlak Masa
Şehirdeki diğer bir çekim merkezi de Great Hall’du. Burası eskiden devlet işleri için kullanılmış, kışla, mahkeme, konsül toplanma yeri gibi. Aynı zamanda ortaçağda sarayın bir eklentisiymiş. Yan tarafında Kraliçe Eleanor’un kullandığı ufak ortaçağ bahçesini yeniden canlandırmışlar.

Great Hall’un duvarlarından birinde büyük yuvarlak masa asılı. Karbon testleri 14.yüzyıla iniyormuş, öyle diyorlar. Efsaneye göre, Arthur şövalyeleriyle yuvarlak masa etrafında otururmuş ve böylece şövalyelerden hiç biri kendisini diğerlerinden daha önemli ya da tersine önemsiz hissetmezmiş. Hep anlatılan İngiliz diplomasisi böyle başlamış herhalde.
Tabii, Arthur’un Şövalyelerinin sayısı tam olarak bilinmiyor; 1500’e varan sayılardan söz ediliyor. Bizim gördüğümüz masada 24 şövalyenin adı yazılı.

14.yüzyıla tarihlenen masa VIII. Henry zamanında yeniden boyanmış ve karbon testlerine rağmen 1130’da Merlin tarafından tahta geçirilen Arthur’un yuvarlak masası olduğuna inanılıyor.

Yuvarlak masanın tam karşısındaki duvarda ise tavana kadar uzanan çift taraflı çelik bir kapı var. Kalplerle yapraklarla süslü bu kapı, Charles ve Diana’nın evlenmesi şerefine bölgenin Lordlarından biri tarafından Great Hall’a hediye edilmiş. Arkası bir yere açılmıyor (duvara monte edilmiş) Evliliğin hikâyesini bilince, kapıya bakmak acıklı oluyor elbette.

Sessiz Günler
Sonuçta, Winchester sessiz, sakin, temiz, yeşillik ufak bir şehir dediğim gibi. Tatilimizin dinlenme kısmını orada geçirdik diyebilirim. Nispeten geç kalktık. Itchen nehrinin kolları arasında yürüyüşler yaptık. Yürüyüş rotalarını işaretlemişlerdi. Bazıları fotoğrafta gördüğünüz gibi düzenli, evlerin yanından yöresinden geçen yollar. Banklarda oturup sessizliği ve kuşları dinleme fırsatı veriyor. Bazı rotalar ise doğal hayatı koruma projesi içinde, işaretli olmakla birlikte, tamamıyla doğal ortamda yürüyebileceğiniz şekilde hazırlanmış. İnsanlar nehirde kano kullanıyorlar, ayaklarını suya sarkıtıp oturuyorlar, mangal yapıyorlar; yani, kıskançlık uyandıracak derecede keyifli yaşıyorlar.

Biz de uyum sağladık. Kitapçılardan bolca kitap aldık, onları okuduk; Debenhams, Diggenhams gibi mağazalara baktık. Yemek yedik, sinemaya gittik; dinlendik. Tatil de böylece bitti.

Miscellaneous

• İngilizler hizmet sunarken dışarıdan müdahale etmenize kesinlikle izin vermiyorlar. Kolaysa, müşterisine bir şey anlatan, ya da para üstünü vermeye çalışan bir görevliye (garson, biletçi, kontrolör ne olursa olsun) bir şey sorun. Asla cevap vermediği gibi, bir de “I am serving my customer, please wait for your turn!” diyerek tersleyebiliyorlar; halbuki siz sadece ‘peçete alabilir miyim’ diyorsunuz mesela, ve peçete de elinin altında.
• Gezi boyunca o kadar çok yürüdük ve tren/otobüs kullandık ki, araba kullanmayı ve arabanın verdiği keyfi özlediğimi itiraf etmeliyim. Başka neleri mi özledim? Evi, Türk yemeklerini, peyniri, demleme çayı, Radyo Eksen dinlemeyi; hayır işi pek özlemedim. Ama dönmem gerektiğinin hep farkındaydım 
• Heatrow Havalimanında, sigara odası ve açık havada sigara içme yeri olarak ayrılan bir köşe (açık havada sigara köşesi ayırmışlar, düşündükçe hala inanamıyorum) dışında sigara içilebilen -bulabildiğimiz kadarıyla- tek yer Chez Gerard diye bir Fransız restoranıydı. Gümrüksüz bölgedeki restoranda, yemekler, içecekler, servis son derece şıktı. Ancak yemekler o güzelim tabaklarda gelirken çatal bıçak olarak önümüze ne koydular dersiniz? Plastik piknik çatal bıçağı! Önce anlam veremedik, ama sonra zaten iyice artan güvenlik tedbirlerini düşününce uçaktan önce başka arama olmadığı için güvenlik nedeniyle böyle yaptıkları şeklinde yorum yaptık. Bilmem artık.
• Önceki gidişlerimize göre havalimanında güvenlik gerçekten çok artmış. Gümrüksüz bölgeye kadar epey bir zaman harcıyorsunuz.
• İngiltere’nin her yerinde her hareketiniz kamerayla kaydediliyor, neyse ki bunu duvarlara astıkları yazılarla söylüyorlar. Buna rağmen, havalimanında çıkardığımız kemerleri tekrar takarken, muhtemelen İngiliz olan bir adam “artık bu ülkede yaşamak istemediğini, her hareketinin kaydedilmesi yetmiyormuş gibi bir de kemerini çıkarmak zorunda kaldığını” söyleniyordu ki, George Orwell’a bir selam daha gönderdik.
• Türkiye havası, Heatrow THY salonunda başlıyordu. Birbirimize ne çok benziyoruz aslında, hiç benzemediğimizi sandığımız halde. Oturmamız, konuşmamız, yabancı dil karşısındaki genel ürkekliğimiz. İki yaşlı kadıncağız, başta da belirttiğim gibi Heatrow’un kullanımı ve müşteri memnuniyeti/tercihleri konusunda anket uyguluyorlardı. Yalan olmasın ama kibarca anket yapıp yapamayacaklarını sordukları her beş kişinin dördü “hayır” cevabını verdi.

Gidiniz, İngiltere’yi ve İskoçya’yı geziniz. Bambaşka anılar ve güzelliklerle döneceğinizden eminim. Bunlar benim biriktirdiklerimdi. Herkesin tatili kendine, değil mi efendim?

No comments: