Uzun süredir yazmıyorum. Dün akşam sayfaya baktığımda eskiden yazdıklarımı da okudum, yazmayı özlediğimi farkettim. Ama ne? İşle o kadar dolmuşum ki..
Bugün hava çok güzeldi. Balkonda masayı açıp oturduk. Uzun süredir baştan sona okuyamadığım Radikal Kitap'ı güneşteki kediler gibi keyfini çıkara çıkara okudum. Tekrar yazmak da aklıma öyle geldi.
Yukarıdaki fotoğraf Sapanca'dan. Tasasız bir sabah kahvaltısının tembelliği. Güzel çay, yeşil biber, beyaz peynir ve taze ekmek.
Eskileri düşününce sabah kahvaltılarımızı çok hatırlamıyorum ama, Foça'da deniz dönüşü annemin bize mutlaka bir şeyler yedirdiği akşamüstlerini çok özlüyorum. Bir de denize gitmeden önce zorla yatırıldığımız öğle uykularını.
Can Yayınlarından yeni bir kitap çıkmış; Bir Sanattır Öğle Uykusu. Henüz kitabı almadım ama tam bana göre sanırım.
“Öğle uykusu bir zorunluluktur. Sizden bir şeyi kibarca istemek yerine basbayağı dayatır kendini. Oradadır işte, çekici, işveli, yumuşacık, kısacası dayanılmaz. Sıcaklığıyla sarar sizi, okşar, sever. Onu körü körüne izlersiniz. Gözleriniz siz istemeseniz de kapanır, bedeniniz gitgide gevşer, biraz sonra belli belirsizce içi boşalır sanki, hafifler, görünmez gibi olur, yok gibi. İçiniz mutlulukla, bir mutluluk biçimiyle dolup taşar. Bırakırsınız kendinizi, koyuverirsiniz ve içten içe şaşırarak benliğinizi teslim edersiniz.”
Annem kış hafta sonlarında da, ama yazın her öğlen mutlaka uyuturdu bizi. Yemekten sonra, tüm sızlanmalarımıza rağmen bizi üst kata yollar, belli bir saatten önce inmemize de asla izin vermezdi. Dışarıda ağustos böceklerinin tek düze sesini, tozlu sokakta öğlen güneşinde seyrek geçen at arabası ya da bisiklet gıcırtılarını dinler; rüzgarda hafif hafif esen tül perdeye pikenin altından bakar; kontrplak tavandaki su lekelerinden şekiller çıkarmaya uğraşır; gece bizi tıpırtılarıyla korkutan fare ve ne menem bir şey olduğunu bilmediğim gelinciklerin neden öğlenleri ses çıkarmadığını merak eder; anneme bizi her öğlen yatırdığı için içten içe kızardım. Bizden başka bütün çocukların o saatlerde belediye plajında eğleniyor olma ihtimalleri beni daha da kızdırırdı. Uyumamaya çalışırdım. Ama işte yukarıdaki gibi, kafam çocuk düşünceleriyle doluyken, farketmeden gevşer, başka bir dünyaya gidiverirdim. Uykudan ter içinde uyanıp mayomu giyerken capcanlı ve deniz, sokak oyunları, gece saklambacı, heykelin karşısında kayaların üstünde çiğdem çitleyip denize bakma, eve dönüş şeklinde hiç değişmeyen akşam ritüeline hazır halde olurdum.
O zaman beni o kadar kızdıran öğle uykuları şimdi ne kadar çekici! Öğle uykusu uyuma özgürlüğümü istiyorum. Rüzgarda uçuşan beyaz tül perdeler ya da ağustos böceği sesi, hala içimi yumuşatıp güneşte kururken sertleşmiş pikelerin cildime değerkenki güzelliğini hatırlatıyor bana.
***
Hala müzikle ilgili yazmayı istediğim öyküyü düşünüyorum. İstediğim kıvamda değil henüz. Televizyonda mezzo kanalı açık. Berlin Filarmoni, hem de Aya İrini'de, Berlioz'dan bir şeyler çalıyor. Müzikle ilgili bilmediğim ne çok şey var!
Öğle uykularıyla da ilgili olmalı öykü. Öğle uykusunu anlatacak müziğim ne olur acaba? Yumuşak, tanıdık ve neşeli bir Mozart ya da "ninemin yaş gününü hatırladım ona sürpriz hazırladım/für Elise?"

1 comment:
ne güzel uzun yazman! bence daha sık denemelisin. insan yaza yaza açılıyor. ne demiş çinliler:
en soluk mürekkeple yazılmış bir yazı bile en güçlü hafızadan daha güvenlidir.
özlendiniz.
sevgiler.
Post a Comment