O zamanlar her şey daha şekilsizdi.
Küçük bir kasabada, yapacak bir şey bulamadan sadece büyümeyi ve gelecekte kimbilir nerelerde (nerelerde?) olmayı bekleyen bir çocuk/gencin elinden çevresini gözlemekten ve biriktirmekten başka ne gelir?
Evdekilerin işi gereği çevremizde hep öğretmenler vardı. Tobderli Tobdersiz; adanmış, geleceğe inançlı veya hızlandırılmış kurslardan 4 ayda mezun edilmiş ve kendileri bile öğretmen olduklarını anlamamış; kendilerini ancak yavaş yavaş göstermeye cesaret eden sünnetli bıyıklı ya da haftasonları sol yumruğu havada mitinglere giden öğretmenler.
Öğretmenlik mesleğini hep çok cazip ve kutsal buldum, ama çevremizdeki kırgın, haklarının yendiğini düşünen, ders anlatmaktan sıkılmış ve aslında çocuk bile sevmeyen bir kısım amca/teyzelerin öğretmen olduklarına inanmak öyle zordu ki.
Sınıfa girdiğinde "şimdi 47.sayfayı açın da problemleri çözün, ilerde bakkala girdiğinizde paranın üstünü verirken size 'dalga boyu nedir?' diye sorarsa problemin cevabını söylersiniz, hadi bu iyiliğimi de unutmayın" diyen fizik öğretmenimiz mesela.. Kitap okumayan, şiir sevmeyen, o dönem edebiyat kitaplarımızda modern edebiyat adına görebildiğimiz tek şiirler olan Orhan Veli şiirlerine "e bunlar da böyle şeyler, çok yeniler, çok boşlar, edebi değerleri yok tabi" diyen edebiyat öğretmenimiz ya da..
Daha mezun olduklarında öyle miydiler? Küçük, tutucu, zengin ege kasabasının okumasalar da/okumayacaklarsa da hep aynı geniş gülüşlerle gezecek çocuklarıyla uğraşırken mi öyle olmuşlardı? Birbirinin aynı sıkıcılıkta geçen ders saatlerinin arasında, o zamanlar mabet gibi görkemli gelen ve kapısı açıldığında dışarı sigara dumanı uğrayan "öğretmen odası"nda neler konuşurlardı? Büyümek için beklemekten başka elinden bir şey gelmeyenlere bir şeyler öğretmek ve düşündürmek hiç mi akıllarına gelmezdi? Sınıfta oturup bir dersin daha geçmesini beklerken ve umut ederken herşeyin geçeceğine dair; soğuk ve donuk yüz hatlarına, kuru sözlerine bakar ve aslında onların da sadece zamanın geçmesini dilediklerini düşünürdüm.
Benzer şeyleri üniversitede ve sonra iş hayatında da bolca gördükten sonra, belki de öğretmenlerime haksızlık ettiğimi derinlerde bir yerde hissetmekle birlikte; severek okuduğum ve beni heyecanlandıran her yeni kitapta, matematik bulmacasında, şiirde, resimde aklıma "acaba bunları sevmeyi daha önce öğrenseydim, hayatım daha dolu mu olurdu?" sorusu geliyor ister istemez..
***
Tüm bunları yazdıysam da, ilkokul 3.sınıftan 5.sınıfa kadar öğretmenim olan Köy Enstitüsü mezunu Aziz öğretmenimi sevgi ve saygıyla anıyorum. Bize üretmenin önemini, örneğin dikiş dikmeyi, yoğurt mayalamayı (sonra hiç mayalamadım ama olsun), beslenmelerde yoğurt ve bal yemeyi, herkesin çalışması ve hergün mutlaka gazete okuması gerektiğini öğretmiş; yoksa ileride ailelerimizden hiç bir farkımız olmaksızın geniş gülüşlerle ortalarda dolaşacağımızı anlatmıştı.
1 comment:
Bunlar bana rudolp steiner felsefesini hatırlattı, neden oğlumu bir waldorf okuluna vermek için çabaladığımı da ne olurdu köy enstitüleri kapanmasaydı biz de kalaydık türkiyem'de..
ceyda
Post a Comment