
İnsan kaç kez sever, kaç kez unutmayacağına inanır, kaç kez unutur, kaç kez yaralanır, kaç kez iz kalmadan iyileştiğini düşünür? Kaç parçaya bölünür, kaç gideni hatırlamaz, yüreğinin bölündüğünü kaç kez hissetmez, ne zaman hisseder?
.....
Denize bakıyordum. Geçen teknelere, gemilere, kayıklara, martılara; ilk kez görür gibiydim. Çok mutlu gibiydim. Bakıyordum. Düşünmüyordum. Güneşe bakıyordum. Işıkların kırılmasına, dalgacıklara, sarı pırıltılar gözümü alıyordu. Akşamı düşünüyordum. Eve girişimi, anahtarları oracığa bırakıp ayakkabılarımı da düzeltmeden çıkardığım yerde unutup mutfağa gireceğimi, yemek pişireceğimi, TV karşısında yiyeceğimi planlıyor, dizilerden ne olduğunu hatırlamaya çalışıyordum bir yandan. Mutlu gibisi fazla, çok mutluydum.
Yanı başımda bir sesle irkildim. “Sana kaç kez dedim.....” dedi bir kız yanındaki arkadaşına, gerisini duymadım; yürüyüp geçtiler. Arkalarından baktım, kalbim sancıdı, ağlamaya başladım. Dolu dolu, sanki zihnimde bir ışık yanmış da bana bir şeyler hatırlatmış gibi hem de.
Kulağıma hala martı sesleri geliyordu. Durdum, kalbimi dinledim; sancımıyordu. 35 yaşındayım. Hayatımda ilk kez kalbim sancıdı, yaşlanma ibaresi herhalde değil mi? Sustum sonra. Ağlamak nereden çıkmıştı bilmiyordum. İnsan durup dururken ağlar mı? Gözlerimi sildim. Martıları dinledim. Denize baktım. Güneş hala vuruyordu sulara ve pırıl pırıl parlıyordu. Vapurlar hala geçiyordu. Çok mutluydum. Caddeden geçen Taksim dolmuşuna el kaldırdım, hayret o da durmaz mı? Bindim.
Taksim cıvıl cıvıldı. İşten erken çıkmak ne güzel. Demek bu saatte de insanlar sokakları dolduruyorlarmış! Kalabalığa karıştım. İstiklal Caddesinde yürüyordum. Vitrinlere bakıyordum. Çok mutlu gibiydim. Düşünmüyordum. Kadın kıyafetleri, erkek kıyafetleri, çocuk kıyafetleri.. Eczane vitrini, markalı ürünler, markasız ürünler, oyuncakçı. Bakıyordum. Kadınlar, erkekler, çocuklar, herkes gülümsüyordu. Ben de..Herkes konuşuyordu yanındakiyle. Demek ki herkesin anlatacak bir şeyleri, herkesin hayatının bir anlamı, herkesin gidecek bir yeri vardı. Benim de. Mutlu gibisi fazla, çok mutluydum. Birazdan balığımı alıp eve varınca daha da mutlu olacaktım. Hissediyordum. Yanımdan geçen liselilerin sesiyle irkildim. “... beni bir daha arama ..” dedi çocuk yanındaki kıza. Başını sonunu duyamadım. Arkalarından baktım. Birden kalbim sancıdı. Gözyaşlarım geliverdi, ağlamaya başladım.
Ne kadar sürdü bilmiyorum. Sustum sonra. Allah allah, insan vitrinlere bakarken ağlar mı? Kasetçiden müzik sesi geliyordu. En sevdiğim şarkı! En sevdiğim şarkı, dün de duymuş olmalıyım, hatırlıyordum. Durdum, kalbimi dinledim, sancımıyordu. 35 yaşındayım. Hayatımda ilk kez kalbim sancıdı, yaşlanma ibaresi herhalde değil mi? Gözlerimi sildim. Kasetçideki kasetlere baktım. Vitrinde pırıl pırıldılar. Müzik devam ediyordu. Balıkçıya doğru hızlandım. Kuşlar gibiydim. Yüzümde bir gülüş, içimde çalan bir şarkı ve güzel bir akşamın hayali.
Balıkçıların girişi kalabalıktı. Devlet daireleri dağılmaya başlamış olmalıydı. Hayret, biz işteyken memurlar gelip balık alıyormuş demek ki! Ben de maaşlarının az olduğunu ve sadece az kıymalı patates ve bol makarna yediklerini sanıyordum. Şimdi beni de devlet memuru sanacaklar. Vergi Dairesi katip yardımcısı, Tapu Sicil Şefi ya da PTT Tahakkuk Memuru.. İşleri kendime yakıştırdım, aralarına karıştım. Konuşmalarına bakıyordum, birbirlerinin kollarına girmelerine, kadınların başlarını arkaya atarak gülmelerine, tezgâhtaki balıkları dikkatle incelemelerine... Düşünmüyordum.. Çok mutlu gibiydim. En uca kadar yürüdüm. Işıkların altında parlayan balıklara baktım. Ne pişireceğimi planladım. Balığımı seçtim. Çevremdekileri izleyerek onlar gibi pazarlık yaptım. İşte, akşam yemeğini ucuza getiriyordum. Mutlu gibisi fazla, çok mutluydum. Parayı öderken balıkçının yanımdaki teyzeye çıkışmasıyla irkildim: “.... hep ben hep ben dersen bizim sonumuz ne olur?” dedi balıkçı, teyzeye. Sözün başını duyamadım. İkisinin yüzlerine baktım. Birden kalbim sancıdı. Ağlamaya başladım. Çocuk gibi hıçkıra hıçkıra hem de.
Tamam, ucuz balık almak mutluluk verici bir şey, ama insan sahiden de mutluluktan ağlar mı? Sustum tabi. Balıkçıların sesi kalabalık arttıkça yükseliyordu. Balık torbası elimdeydi. Salata malzemesi de almalıyım. Kalbimi dinledim, sancımıyordu. 35 yaşındayım. İlk kez kalbim sancıdı, yaşlanma ibaresi herhalde değil mi? Gözlerimi sildim. Manava yöneldim. Sadece marul mu alsam acaba? Roka ve taze soğanın artanları dolapta bozulur mu? Bozulmaz canım, gazete kağıdına sarar torbalarım..
Ellerim dolu, otobüs durağına geldim. Adım attıkça çevreye yaydığım balık kokusu, yeşil salataların verdiği serin tazelik hissi, torbanın ucundan parlayan limonlar. Eve gecikmiş öğrenciler, kafalarının evde bekleyen işlerle meşgul olduğu her hallerinden belli olan kadınlar, birer biradan sonra eve dönmeye nihayet karar vermiş memurlar.. Benim gibi işten erken kaçanlar, sevgililer, kimlik yakıştıramadığım, tahmin gücümü aşan insanlar. Sırada beklerken, insanlara bakıyordum. Düşünmüyordum. Sadece izliyordum. İşte ben de sıradaydım onlar gibi, sıradandım. Sakin, uyumlu, işi gücü belli, kendi yoluna giden. Çok mutlu gibiydim. Akşam kalabalığına kalmamış olmanın verdiği rahatlıkla sevindim. Sokakta sigara içme alışkanlığım olsa, torbaları elimde birleştirip sigara bile içecektim. Hava ılık ve hala hafif aydınlıktı. Köprüden geçerken pencereden bakabileceğim bir yerde durursam güneşin batışını da görebileceğimi aklımdan geçirdim. Kim bilir belki oturabilirdim bile. Sıradaki yerimi sakince ve aynı zamanda yiğitçe korudum. Mutlu gibisi fazla, çok mutluydum. Otobüs yaklaşınca ön taraf biraz karıştı. Kalabalıktan yükselen bir sesle irkildim. “... sen kendini ne sanıyorsun, ne hakla..” Gerisini duyamadım. Kargaşaya doğru baktım. Birden kalbim sancıdı. Ağlamaya başladım.
Arkamdaki bir teyze “evladım niye ağlıyorsun, torbanın tekini alayım mı?” dedi birden. Kendime geldim, sustum. Yüzümü sildim hafiften. Kalbimi dinledim, sancımıyordu. 35 yaşındayım. İlk kez kalbim sancıdı, yaşlanma ibaresi herhalde değil mi? Bu yaşıma geldim; ne ağladığımı, ne de ağrı çektiğimi hatırlıyorum. Annem hep “sen benim yaşıma gelince ben seni görürüm, kendine bakmıyorsun, sigara içiyorsun, yürümüyorsun, iyi yaşamıyorsun!” der. Bu durup dururken ağlama da ondan olmalı, kalp ağrısı da.. Akşam gidince onu arayayım bari. Annemi düşündüm. Sırada ilerledim, otobüse bindim. İşte cam kenarı bir koltuk. Sevgili annecim, benimle gurur duymalısın. Deniz kenarında yürüyüş yaptım, iki saattir sigara içmedim, akşam sağlıklı bir sofra beni bekliyor. Yüzümde bir gülümseme, içimde çalan bir şarkı, eve erken dönüyorum.
İnsanın hayatına ne anlam katar? İnsan ne zaman mutlu olur? Ne için yaşar? Ne zaman köprüden geçerken “tamam artık” der “tamam, bu iş bu kadar, taksiyi durdurayım, korkuluklara koşayım, polisler ve kameralar gelmeden... tamam bu iş bitsin artık!” Köprüden her geçişimde aklıma o sahne geliyor. İstanbul’da ilk günlerimden biriydi, işten dönüyordum yine; adam, korkuluklardaydı. Kameralar, polisler, insanlar, insanlar.. Otobüste kimse benim kadar etkilenmemişti, bakmamışlardı bile. Herkes konuşmaya devam ediyordu. Ben korktum ve kendimi adamın yerine koydum o günden beri. Hangi anda gelir o zaman? Niye eve gidip dizi izlemek, kitap okumak, anneni aramak, yemek yapmak, camdan dışarı bakmak, güneşi seyretmek, pencerenin kenarındaki tozu kimse fark etmeden silmek ve elini yıkamak varken birisi gider ve korkuluklara tırmanır? Bu noktaya hiç gelmeyeceğime inanıyordum. Hayatım doluydu. Çok mutlu gibiydim. Evime dönüyordum. Mutlu gibisi fazla, çok mutluydum. Omzuma bir el dokundu, irkildim; sözlerinin sonunu duydum ancak “...bu kadar da düşüncesiz olunmaz ki...” Yanımda ayakta duran adama baktım, yüzüne anlam veremedim. Birden kalbim sancıdı. Ağlamaya başladım.
“Hoppala” diyordu adam, uzaktan duyuyordum. “Hoppala, ben ne dedim şimdi? Ramazan günü otobüste balık da taşınmaz ki? Git evinin ordan al !” Dinlerken kendime geldim, sustum. Gözlerimi sildim. Kalbimi dinledim, sancımıyordu. 35 yaşındayım. İlk kez kalbim sancıdı, yaşlanma ibaresi herhalde değil mi? Adama hak verdim, gerçi Ramazan olduğu aklıma hiç gelmemişti o başka; ama, sahiden de Bostancı’dan balık alabilirdim. Balık torbası elimde ağırlaştı biraz. Keyfim kaçar gibi oldu. Sonra camdan güneşi gördüm. Batarken, kırmızı, çok güzeldi. Sıkıntım dağıldı birden, içimden güneşe “tamam bir daha yapmam” dedim. Çok mutluydum.
Sokağın başına geldiğimde hava kararmıştı neredeyse. Kapıya doğru yürüdüm. Kapıcı Osman “yoktun ne zamandır, neredeydin?” dedi. Yüzüme derin derin bakıyordu. “İşteydim” dedim, geçtim. İçimde güzel bir müzik; elimde, otobüsteki sahneyi saymazsak, mis kokulu torbalar; huzur, nihayet huzur. Gülümsüyordum.
Eve girdim, anahtarları oracığa bırakıp ayakkabılarımı da düzeltmeden çıkardığım yerde unutmaya hazırdım. Evde bir toz kokusu, sabah çıkarken havalandırdığımdan emindim oysa. Aynaya iliştirilmiş resme baktım, ben ve yanımda birisi. Tanımadığım bir yüz, yan yana duruyoruz; ikimiz de güldüğümüze göre mutlu olmalıyız, hatırlamadım. Yaşlanma ibaresi herhalde, değil mi? Resmin üzeri tozlanmış, ayakkabılığın üzerindeki gazete de. Baktım, 4 ay öncenin gazetesi, dün akşam ortalığı topladığımdan emindim oysa. Telefona baktım, bir mesaj yanıp sönüyor, dinlemeye başladım. Sanki tanımadığım bir ses, bir şey hatırlatmadı bana, ama mesaj ilginçti. Kim bilir kim, kime, neden anlatıyor?
“Sana kaç kez dedim, beni bir daha arama!! Sabah arıyorsun, akşam arıyorsun, beni hiç düşünmüyorsun! Bitti diyorum sana, peşimi bırak; hep ben hep ben dersen bizim sonumuz ne olur? Bak kibar olmaya çalışıyorum; sen kendini ne sanıyorsun, ne hakla hayatıma karışıyorsun? Bitti bu iş, bu kadar da düşüncesiz olunmaz ki !! ”
Birden kalbim sancıdı, ağlamaya başladım. Her şeyi hatırladım.
No comments:
Post a Comment